o gün doğum günümmüş. üstümüzü berrak, bulutsuz, uçsuz bucaksız bir gökyüzü örtmüş. güneş usul usul parlamış. serin bir esintiye rağmen doğa ısınmış, sımsıcacık olmuş. yapraklar renkten renge boyanmış. rüzgarın dokunuşlarıyla dallarına daha fazla tutanamayan yaprakların yere düşüş çığlıkları sokakları sarmış. ağaçlar, bir yanı çıplak, diğer yanı renklerle bezenmiş dallarıyla bütün varlığını aşikar etmiş. yer, gök, ve arada biz…her an sonbahar olmuş.
en çok da ben.
bu dünyaya misafir oluşumun bilmem kaçıncı senesiymiş. aslında tek bir nefesi senelere bölmek, onu kategorize etmek pek anlamsızmış. yaşam bir dönüşümmüş, ve içimde var olan bilge kadının peşinden koşmakmış. o bilge kadın ne yaşta, ne baştaymış. hem çok yakınımda, hem çok uzakmış. ulaşmak hem çok kolay, hem çok zormuş.
o gün ona en yakın hissettiğim yere gidelim demişim. içten gelen bir ses neresi olduğunu kulağıma fısıldamış. içimde önce hiç olan, sonra yeşeren, sonra büyüyen ve sonra sonbahara dönüp sararan bozkırlara kavuşmak istemişim; o derin sessizliğe, o uçsuz bucaksızlığa , o kendin olmaya…
o gün, sonbaharda, bozkırlara kavuşur gibi olduğum gün, benim doğum günümmüş.