ve takip ediyorum…
bir sabah ekmek kokusuyla uyanıyorum. ananemin o mis gibi ekmek kokusu geliyor burnuma. o koku benim çocukluğum, biliyorum. araştırıyorum, uğraşıyorum, çabalıyorum, didiniyorum. aynı kokuyu yakalayana kadar pes etmiyorum. bir gün nihayet buluyorum onu. bir dilim kesiyorum, üzerine kızarmış peynirimi istifliyorum. tam tadına bakacakken bennu atlayıp sarılıyor boynuma, elimden de ekmeği kapıyor. bir taraftan ısırırken diğer taraftan da gözlerinin içi parlıyor. “sen dünyanın en güzel annesisin ve dünyanın en güzel ekmeğini yapıyorsun” diyor gözümün içine bakarak. çocukluğumu onun gözlerinde görüyorum. ilk defa. bana göz kırpıyor.
sonra bir bayram geliyor gözümün önüne. babamın elindeki beyaz üzeri renkli puantiyeli bir kumaşı hatırlıyorum. sonra o puantiyeli kumaşın üç elbiseye dönüşümünü…babam günlerce uğraşmıştı o elbiseler için; defalarca prova yapmış, üzerimize tam oturana kadar içi rahat etmemişti. minik katlı yakaları, katlı biyeli etekleri vardı. bembeyazdı…üstü puantiyeli… bir gün babamın hediye ettiği ve hiç dokunmadığım o dikiş makinasını ortaya çıkarıyorum. sebebsiz. uzun süre bakışıyoruz. sonra gayri ihtiyarı geçiriyorum ipleri, bilmeden basıyorum pedala. neyin ne olduğunu bilmeden dikiyorum… hiç durmadan dikiyorum… elbiseler, bebekler, çantalar. ve sonra bir gün diktiğim bebekle koşarken görüyorum onu. çok uzakta, çılgınlar gibi koşuyor. kan ter içinde kalmış. onu gördüğümü farkediyor. göz kırpıyor ve sonra yine kayboluyor.
zaman geçtikçe birbirimizi daha sık farkeder oluyoruz. aradan uzun aylar, hatta yıllar geçiyor. bana işaretleri takip et dediğini hatırlıyorum. neydi bu işaretler? nerede? diye düşünürken birdenbire o devasa büyüklükteki yapbozun üst köşesindeki minik parçalar tamamlanıveriyor. peşine düştüklerim, diyorum. içimde uyanan merak duygusuyla peşine düştüklerim… merak ettiklerim. niye daha önce farkedemedim?
meraklarımın üzerine korkusuzca gittikçe ortaya çıkıyor çocukluğum. zamanla etrafıma dikkatlice bakmayı, önüme serpilmiş küçük ekmek kırıntılarını görmeyi öğreniyorum. merak ederken dokunmayı, hissetmeyi, ve keşfetmeyi yeniden öğreniyorum. benim için yolumun üzerine bırakılmış o küçük işaretleri takip etmeyi öğreniyorum. merak ederken kendimi bulmayı öğreniyorum. merak ederken kendimi öğreniyorum.
aslında merak etmekten hiç vazgeçmediğimi biliyorum. otobüsteyken de sürekli beni dürten o merak duygusunun üzerini örttüğüm günler geliyor gözümün önüne. aklım bunca yıl ertelemeyi öğretiyor bana. kalbimin sesini sürekli bastırıyor. şimdi vaktin yok, zamanı gelince diyor. sonra diyor. hep sonra diyor.
ve nihayet ben onu aramaya başladıktan yıllar sonra, bir gün çocukluğum benden kaçmaktan vazgeçiyor. karşıma dikiliyor. gözlerini kırpmadan gözümün içine bakıyor ve aynen şunları söylüyor:
“çocukluk diyor… çocukluk merak etmek demek. merak ettiklerinin üzerine korkusuzca ve cesaretle gidip keşfetmek demek. keşfettiklerinle yetinmeyip yeniden merak etmek demek. hiç durmadan merak etmek, hiç durmadan keşfetmek, hiç durmadan öğrenmek. demek. sen beni bırakıp gittiğin gün sadece hayallerini ve oyuncaklarını bırakıp gitmedin. sen beni bıraktığın gün meraklarını keşfetmeyi de bırakıp gittin. halbuki oydu sana yol gösteren, bir sonraki adımı öğreten, kendini bulmana yardım eden. meraklarındı seni dönüştüren, içindeki yolculuğu anlamlı kılan. merak ederek düşmeyi, kalkmayı öğrendin. düşünce canın yansa bile sonra ne olacağını merak ederek yine ayağa kalktın. ve gün gelecek meraklarının peşinden giderek özündeki sana geri kavuşacaksın.”
o küçük çocuğun, o mini mini saf yavrunun elinden tutuyorum. içim titriyor. ben bilmiyordum diyorum, seninle birlikte an’larımı kaybedeceğimi bilmiyordum. senden sonra çıplak ayakla koşamayacağımı, ağaçlara aynı saflıkla dokunamayacağımı, sokakta mırıl mırıl kendi kendime konuşarak etrafıma aldırmadan gezemeyeceğimi bilmiyordum. seninle güzelliğimi, iyiliğimi, saflığımı, masumiyetimi, özümü kaybedeceğimi de bilmiyorum. bunların hiç birini bilmiyordum.
katılarak ağlıyor çocukluğum. ağlıyoruz. beraber…
içime yerleştiriyorum o küçük kızı. biliyorum hiç ayrılmamış gibi olamayacağız. kaçırdığımız zamanların telafisi zor olacak. birbirimizi anlamadığımız zamanlar olacak. senin köşene, benim kendi köşeme çekildiğimiz zamanlarımız olacak. belki keşke hayatıma girmeseydin diyeceğim günlerim de olacak. inatçı, isteklerinin üzerine koşar adımla giden senle bunca seneden sonra başa çıkmayı belki de hiç öğrenemeyeceğim. belki kulaklarımı tıkayacak, belki ayaklarımı çok sert yere vuracak, belki seni görmezden geleceğim. biliyorum, bunca ayrılıktan sonra seninle yaşam hiç kolay olmayacak.
ama ya sensizlik? ya hiç kavuşamamak nasıl olurdu? içimdeki bilgelik yolculuğumda karşıma çıkacak bütün kapıların anahtarlarının sende olduğunu bilmeden, O’na kavuşabilme ihtimalimi bilmeden terkedecektim ben beni. boşluğun içinde yokluğu, yokluğun içinde var olduğumu hiç bir zaman bilmeyecektim.
evet, yolumuz uzun küçük kız. yılların telafisi belki olmayacak. otobüste sensiz geçirdiğim yılların telafisi olmayacak. ama biliyorum ki sensiz hiç olmayacak. biz seninle kafa kafaya verip yine merak edeceğiz, korkusuzca yürüyeceğiz, keşfedeceğiz, öğreneceğiz. öğrendiklerimizi de kalbimizde ve zihnimizde saklayacağız.
ve sonra yine, yine ve yine merak edeceğiz…
ta ki o sakladıklarımızı bir gün, öylesine bir anda, bir yaprağın üzerindeki tek bir yağmur tanesinin mükemmeliğinde görüp, aslında hepsi “Sen” din diyene kadar.
————————–
şimdi bana soruyorlar. otobüs yolculuğu yaklaştı, çocukları tek tek bindireceksin, değil mi? ben de onlara önce gülümseyip sonra göz kırpıyorum.
bebeklerimiz ellerimizde onlara çay fincanlarımızı uzatıp soruyoruz:
sen de içer misin?