otobüsten indiğimde o kadar şaşkındım ki, ne bir adım ileri, ne de bir adım geri gidebiliyordum. bugüne kadar, yakın zamanda bitebileceğini hiç düşünmediğim bir yolculuğun parçasıydım. otobüsün kurallarına uyduğum, ve molalarda derin bir soluklanıp yolculuğun devamı için az biraz enerji toplayabildiğim müddetçe, rutine dönmek beni zorlamıyordu. şimdi ise sanki sonsuz bir boşluğun ortasında elim ayağım birbirine dolanmıştı.
ilk günlerin şaşkınlığını üzerimden attıktan sonra, yavaş yavaş kendimi dinlemeye başladım. fakat vücudum her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor, kendimi dinlemek bir yana vücudumun her yanını saran ağrılarla boğuşmak zorunda kalıyordum. bu yolculuğun, benim üzerimde fiziksel etkisinin bu kadar ağır olabileceğini hiç farketmemiştim. uzun yolculuklar boyunca, rahat zannettiğim o koltuğun üzerinde saatlerimi geçirmiş ve her gece 5-6 saat uykuyla idare etmeyi öğrenmiştim. sabahları iki üç fincan sert bir kahve, güne başlayıp rutinlerime devam etmem için yeterli oluyordu.
çok zor, ve amaçsız günler geçirdim. gün geldi yastıktan kafamı kaldıramadım. kaldırdığımda ise ne yapacağımı bilemez durumda, yarı hissiz dolaşmaya devam ettim. hatta daha da vahimi, sanki ruhum da vücuduma eşlik etmeye başlamıştı. yavaş yavaş o da kendi bastırdığı ağrılarını ilk defa hissediyordu. ruhumun şikayetleri ortaya çıktıkça yolculukta ne kadar uzun vakit geçirdiğimi düşünüyor; ne vücudumu ne de ruhumu belki de asla tamir edemeyeceğim gerçeğiyle her gün yine yüzleşiyordum. aynen vücudum gibi ona da değer vermemiş, onu dinlememiş, ihtiyaçlarına kulak asmamış, ve onu ikinci plana atmaktan çekinmemiştim. haklı olarak onun da istekleri vardı.
ve gün geldi ağrılarımla tanışmaya karar verdim ve onlarla konuşmaya başladım. derinlerden gelen belli belirsiz sesler duyuyordum. bana biz senin düşmanın değiliz, sesimize kulak ver diye bağırıyorlardı. dinledikçe, onların gerçekte benim düşmanım değil arkadaşım olduğunu öğrendim. zaten bana öğretmek için gelmişlerdi; belki de uzun zamandır otobüsten inmenin vakti geldi diyerek her türlü şaklabanlığı yapıyorlar, ama ben varacağım hedeften şaşmamak için bütün bunlara gözlerimi kapatıyor ve kulaklarımı tıkıyordum. nihayet aylar sonra beni ziyarete gelen arkadaşlarıma yüz çevirmeyi bırakıp onları daha candan dinlemeye başladım. gerçek şuydu; uykusuzluk, düzensiz beslenme ve bitirmek için canla başla çabaladığım işlerimin yarattığı stres yükünü vücudum artık kaldıramıyordu.
ben kulak kabarttıkça onlar da her şeyi anlattılar. sessizce, sakin sakin dinledim. ve kendimi iç sesime emanet ettim. ve belki aylar sonra, ağrılarım da yavaş yavaş azalmaya başladı.
fakat ruhum hala büyük bir boşluktaydı. hala hastaydı. onu dinlemeye alışık da değildim. zaten benle de çok konuşmuyordu, ayrı dünyaların insanları gibiydik. ama otobüsten indiğim gün bana gülümsediğini anımsadım. yolun kenarında, elimdeki bavulla toprağa ilk bastığım gün bana gülümsemişti. şimdi onun peşine düşme vakti gelmişti.
otobüsün içindeyken yolculuğun kuralları belliydi. otobüs belli bir hızda sürekli hareket halinde olmalıydı, keyfi duramaz, duraklayamazdı. ve hoşlansam da, hoşlanmasam da, gördüklerime dokunma lüksüne sahip değildim. aksi taktirde bir sonraki otobüste bana yer olup olmayacağını bilemez, bin bir emekle katlandığım yolculuğumu riske atmış olurdum. arada verilen uzun molalarda belki kendime küçük pencereler açabilirdim. sadece gözlerimi kapadığımda ulaşabileceğim, ama asla dokunamayacağım…
otobüsün içinde zihnimi de sürekli dolu tutmalıydım. çünkü boşluk can sıkıntısı demekti. boşluk, camlardan uzaklara dalıp, boş hayallerin peşinden koşmak demekti. canımın sıkılması iyi bir şey değildi. çünkü canım sıkıldığında elim ayağıma dolanıyor, derinlerde tanımadığım sesler uyanıyordu. hiç tanımadığım ve ölesiye korktuğum o seslerden kaçmak ve onları uyku halinde tutmak için kendimi sürekli meşgul etmeliydim. işten artan kalan zamanlarımda hemen bir film izlemeli, kitap okumalı, kendimi eğlendirecek başka bir şeyler bulmalıydım. boşlukta “yokluk” gizliydi. ve ben yok değil var olmak istiyordum.
nihayet otobüsten indiğimde bütün korkularımla yüzleşme vaktim de gelmişti. elimde geçmişimi doldurduğum küçük bavulumla baş başa kalmıştım. maalesef bavulumun içi bana ait olmayan yüklerle doluydu, içini açıp bakmak istemediğim, başkalarının hayatım üzerine yıllardır dikte ettiği ve hükümdarlık kurduğu her şey onun içinde saklıydı. otobüsten inince sanki zaman da sesler de birden bire durdu. insanı ürküten bir sessizlik su yüzüne çıktı. belki de bu sessizliğin içinde, hayatımda ilk defa kafamı kaldırıp etrafımda olup biteni gözlemlemeye başladım. farkettim ki; ben içinde olsam da olmasam da hayat büyük bir ahenk içinde ve mucizevi bir şekilde akıyordu. ama benim hızla akan yolculuğum sırasında bu mucizeyi görebilmem imkansızdı.
farketmek gerekiyordu; durmak, sonra yavaş yavaş yürümek, ve sonra yine farketmek. daha önce farkedemediğim her şeyi keşfetmek, yakından görmek, hissetmek, dokunmak istiyordu ruhum. nihayet benimle konuşmaya başlamış, senin kendini bilmen için gereken bütün sırları öğreteceğim, sabret demişti. benim açtığım kapılardan korkusuzca geç ve gerisini bana bırak. ve sonra seslendi… ” çocukluğuna dön, aradığın her şey çocukluğunda gizli.”