okulsuzluk, hayatımıza düşünsel olarak daha derin girmeye başladıkça, okulun ve okulsuzluğun, çocuklarımızın bilişsel ve duygusal gelişimi üzerindeki olumlu veya olumsuz etkilerini de farklı perspektiflerden inceler olmuştuk. çoğunluk tarafından kabul görmüş her gerçek (veya gerçekmiş gibi algılanan her doğru), bizim için, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu haline geliyordu. okulsuzluğa geçişimizle birlikte, doğru bildiğimiz gerçeklerin, aile yaşantımız üzerindeki etkilerini de yavaş yavaş hissetmeye başladık.
biz pek farketmesek de, okul yaşamı, aile dinamiklerimizi derinden etkilemisti. almila nın kısacık okul geçmişinde, bütün yaşantımız, sabahtan akşama kadar o iki buçuk saatlik dilime odaklı olarak geçiyordu. sabahları apar topar kalkmak, giyinmek ve kahvaltı yapmak, okula yetişmek, okulun düzenlediği aktiviteleri takip etmek, eve gelmek, haftada en az bir defa okulla ilgili bir programa katılmak, okulun finansal destek kaynaklarını artırmak için gönüllü çalışmak, tatillerimizi okulun programına göre ayarlamak günlük rutinimizin bir parçası haline gelmişti. okul eksenli bir düzenin içine girdikten sonra; kendi aile düzenimizi oluşturmak, sadece hafta sonlarına ertelenen, anlamsız bir çelişkiye dönüşüyordu. yani okul var oldukça, bizim yaşantımız da, okula odaklı olarak programlanmaya mecburdu.
okulsuzlukla birlikte, aile olmanın getirdigi sorumluluklar da artmaya başladı. kendi aile yaşantımızı kendimize göre düzenlemek, tamamen bizim sorumluluğumuza geçmişti. bir taraftan “okula yetişmek” gibi bir sıkıntımız artık olmayacaktı. diğer taraftan, alışık olmadığımız bir boşluk ve ne yapacağını bilememezlik hali üzerimize sinmişti. ev içi dengelerimizi tekrar kurmamız gerekiyordu. bu dönemde yaptığımız kısa ve uzun süreli seyahatlerin, aile olarak birbirimizi tekrar tanımamıza ve bütünleşmemize, birbirimizle olan ilşskilerimizi güçlendirmemize çok olumlu etkileri oldu. her zaman yaz aylarında yapmak zorunda olduğumuz kısa tatil veya TR seyahatlerimizi, artık sezon başı ve sonlarında, fiyatların ekonomik açıdan çok daha uygun olduğu bahar aylarında yapabiliyorduk. zamanla bu seyahatlerimizin ayni zamanda çocuklarımızın algısını genişleten, dünyaya bakış açılarını çeşitlendiren, kitapla sınırlı olan bilgilere, deneyimleyerek ulaştıran bir ortam hazırladığını da görmeye başladık.
çocuklar; çevreleriyle etkileşimlerini arttırdıkça, farklı insanlarla tanıştıkça, ve farklı ortamları ziyaret ettikçe, okulsuzluğun (veya evde eğitimin) dezavantajı olduğu iddia edilen sosyalleşme problemi de en başından itibaren ortadan kalkıyordu. çocuklar, insan olmanın bir gereği olarak hayatın içinde doğal yollarla sosyalleşebiliyorlardı.
o dönem ve sonrasında, çocukların sosyal gelişimlerindeki en büyük engelin okulsuzluk değil, tam aksine okul olduğunu düşünmeye başladım. okulun çocuklara verebildiği ortam yetişkin kontrollü ve yapaydı. çocuğun gerçek arkadaşlık ilişkilerini kurabildiği oyunu paylaşmak, okullarda sadece 10 dk’ lik tenneffüsle sınırlıydı. teneffüsler, benim gözlemlemlerime göre, gününün büyük bölümünü oturarak geçiren çocukların enerjilerini boşaltmak, fiziksel hareket ihtiyaçlarını karşılamak, yemek ve tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için bir araçtı. 4 saatte toplam 40 dk fiziksel ihtiyaç molası veren çocuğun aynı zamanda sosyalleşmesi bekleniyordu.
sınıf içerisindeki düzen ise tamamen öğretmenin kontrolündeydi. geleneksel eğitim veren okullarda, öğretmen ders saati içinde kendi bilgilerini aktarıyor, çocuk pasif bir şekilde dinleyip, notlar alıyordu. yanındaki arkadaşıyla konuşmak, ses çıkarmak, sınıf düzeni içerisinde rahatsızlık yaratıyordu. üstelik okullarda sık sık karşılaşılan akran zorbalıkları, sınıf içerisindeki ekonomik statü üzerine kurulan arkadaşlıklar, vs gibi, bir öğretmenin tek başına çözmekte çoğu zaman zorlanacağı problemler de okullaşmanın bir parçasıydı. ve maalesef bu kadar problemin içinde, okuldaki “sosyalleşme”, bir çok aile tarafından, çocukları adına, doğal ve kazanılmış bir hak olarak algılanabiliyordu.
biz bu konular üzerinde düşünüp, içselleştirmeye çalışırken; diğer taraftan, bize karşı esen rüzgara tam tersi istikamette giden bir teknede sürekli kürek çekmek zorundaydık. öncelikle, kararımız için oldukça endişelenen ailelerimiz vardı. bu çocuklar niye okula gitmiyorlar?, okumayı, toplamayı, çarpmayı nasıl öğrenecekler?,okula gitmeyen çocuk olur mu?, gibi her konuşmamızda ve her ziyaretimizde sonu gelmeyen sorulara büyük bir sabır ve özveriyle cevap vermemiz gerekiyordu. elbette durumu açıklamak zorunda olduğumuz sadece kendi ailelerimiz değildi. her girdiğimiz ortamda, neden sorularını takip eden açıklamalarımız; “eee sonra ne olacak?” sorusuyla sonlanıyordu. bizim uzun yıllardır üzerinde düşündüğümüz konuların, on dakika veya bir saat gibi kısa bir sürelik açıklamayla, yıllardır yerleşmiş algıları yıkmasını beklememiz elbette pek mantıklı değildi. zaten zamanla, insanların önyargılarının ve tuhaf sorularının hiç bir zaman sonunun gelmeyeceğini de öğrenecektik. kendi ailelerimiz ise, bir müddet sonra, bizim kararlılığımızı gördükçe, bu durumu kabullenmeye başlayıp, sorulardan ve sorgulamalardan vazgeçtiler.
elbette, çoğunluğun en büyük kaygısı “sonra ne olacak?” tı. dünyanın her yerinde, insanlar otomatikleşmiş bir şekilde “yarının güvencesine” sahip olmak için çalışıyorlardı. bir çok insan için okulsuzluğun önündeki en büyük engel de “yarının garantisinin” olmamasıydı. elbette bizler de bunun gayretindeydik. biriken borçlarımızdan bir an önce kurtulmak, çocuklarımızın üniversite hayatını garanti altına almak, onların iyi birer meslek sahibi olması için çalışmak, çalışmak ve çalışmak zorundaydık. bunun aksini kim iddia edebilirdi?
fakat akademik yaşantım sırasında, başıma gelen bir olay, bu kabullenişi sil baştan sorgulamama sebep oldu. yaşadığım o gerçek üstü gün ve sonrasında hissettiklerim (bkz. kablumbağanın öyküsü), okulsuzluğun da hayatımıza girmesiyle, başka bir boyut kazanmaya başladı.
evet, okulsuzluk bize, çocuklarımızın gelecekteki hayatına dair, hiç bir şeyin garantisini vermiyordu, veremiyordu. hatta okulsuzluk, küçücük bir teknenin içinde; yolunu, izini bilmediğimiz kocaman bir okyanusta yol almak gibiydi. okyanusun güçlü dalgalarına karşı koyabilmek için, elimizde hiç bir korunağımız yoktu.
ama farkında olmadığımız bir şey daha vardı: o büyük dalgaların sadece bize değil; hepimize, herkese, aynı şiddetle vurabileceğini, ve belki de yutabileceğini henüz bilmiyorduk. yaşamın bütün anlamını sadece bir mesleğe ve ekonomik refaha adarken, ve sonu gelmez ihtiraslarımızın peşinde koşarken, hepimizin aynı okyanus içinde yol aldığımızı unutuyorduk.
wade davis in, aborijinlerin küçücük sandallarla, okyanusun derinliklerinde, polenezya adalarını keşif yolculuklarını anlattığı the wayfinders kitabında anlattığına göre; aborijinler, hiç okuma, yazma bilmeden ve yolumuzu bulmamıza yardım eden bilimsel aletlerin hiç birine sahip olmadan; yüzlerce farklı yıldızın isimlerini öğrenerek; ve dalga döngülerinin ve bulutların şekillerinin uzaktaki adalarla ilişkilerini analiz ederek, açık denizlerde yol alıp keşifler yapabiliyorlardı.
modern hayatın ve okullaşmanın bizim üzerimizdeki en yıkıcı etkisi, aborijinlerin hep sahip olduğu, ve açık denizlerde yollarını bulurken kullandıkları sezgileri, yok etmemizdi. bizler yarın için çalışır ve kendimizi dinlemeyi unuturken, farkında olmadan, bizi biz yapan, içsel yolculuğumuzu da baltalıyorduk.
halbuki kendimizi dinleyerek, ve etrafımızda olanları gözlemleyerek, ve kendimizi uzak adalarda kuracağımız hayali bir hayat için değil de, teknenin içinde hayatta kalmak için becerilerle donatarak, denizin üzerinde çok daha başarılı bir şekilde yol almayı başarabilirdik.
hayat ona karşı savaşmak ve hazır olda beklemek değil, onu ilmek ilmek dokumak demekti. her yolculuğun içinde büyük ve güçlü dalgalar olduğunu, her yolculuğun içinde riskler, ve bozgunlar taşıdığını bilmek demekti. ne cebimizdeki paramız, ne kariyerimiz, ne gelecek hayallerimiz bizi koruyabilirdi. bizi dalgalara karşı koruyabilecek tek şey, sezgilerimiz ve içgüdülerimizdi; ve bu da “her an” öğrenmeye , ve “her an” i yaşamaya açık olmak demekti.
okulluluk, “meslek ve kariyer edinme” ve “geleceği garanti altına alma” yolculuğu iken; okulsuzluk “kendini bilmek” ve “geleceğin bir ilüzyondan ibaret olduğunu” öğrenmek yolculuğuydu.
**********
almila nın 8 yasına girmesine aylar kala (ve okulsuz yaşantımızın ikinci senesinin sonunda), o dönemde instagram aracılığıyla tanıdığım bir arkadaşım, bana bloğunda yayınlamak için, okulsuzluğu ve ev eğitimini anlatmam için bir yazı yazmamı rica etmişti. arkadaşımın ricası üzerine o dönemde kaleme aldığım, kişisel nedenlerle bloğunda paylaşmamayı tercih ettiğim o yazı, bu yolculuğun bizi nasıl sarıp sarmaladığını, belki de geri dönüşü olmayan bu yola nasıl girdiğimizi bütün çıplaklığıyla anlatıyordu.
**********
İlkokul birinci sınıfı hatırlıyorum, ilk günümü, sıraya ilk oturduğum anı, ve etrafıma boş gözlerle bakışımı. Niye gelmiştim bu dört duvar arasına, ne işim vardı bu siyah önlüğün içinde? Korkmuştum ama belli etmemiştim. Bir güven duygusu ihtiyacıyla, gözüme kestirdiğim iki kız çocuğunun yanına iliştirmiştim kendimi.
Etrafımda olup bitenin daha henüz farkına varmamışken, elimize bir alınacaklar listesi tutuşturmuşlardı. Ailelerimiz de çantalarımızı listedeki kırtasiyelerle doldurmuştu. Ne çok sevmiştim kırtasiyeden taze taze çıkmış boş defterleri, kalemleri, resim kağıtlarını ve boyaları. Ne hayaller kurmuştum belki de.
Sonra ilk günlerin bilinmezliğinden ve hayal dünyamızdan yavaş yavaş sıyrılmış, gerçeklerle yüzleşmeye başlamıştık. Hemen akabinde de kuralları çabucak öğrenivermiştik …
Karatahtanın yanında oturan bir öğretmen; işaretlerle doldurduğumuz defterlerimiz, içinde henüz ne yazdığını kavrayamadığımız kitaplarımız ve yan yana dizilen sıralarda oturan siyah önlüklü ve her biri diğerine benzeyen çocuklar vardı. Öğretmen kara tahtaya yazar, bizler deftere geçirirdik. Ödevler verilirdi. Ertesi gün öğretmen tek tek ödevlerimizi kontrol eder, iyi olmuşsa yanına bir yıldız koyardı.
Pek önemliydi o yıldız, bir çok şey barındırırdı içinde; yıldızı hakeden için sen başarılısın demekti, iyisin demekti, haketmeyene ise aptalsın, yine anlamadın diye imada bulunurdu. Benim el becerilerim vardı, güzel yazardım, yıldız almadığım gün olmazdı. Her yıldızdan sonra yüzümde beliren şapşal gülümseme ise görülmeye değerdi.
Ama maalesef öğretmenin elindeki kırmızı kalem sadece yıldız yapmazdı, bazen beğenmediği yazıların üzerine kocaman bir çizgi atar, bazen de emek verilerek yazılmış bir kelimeyi yanlış diye karalardı. Ha bir de tahta cetvel vardı, ödevini hiç yapmayanlar nasiplenirdi bu cetvelden. Neyse ki bu cetvel bana pek dokunmazdı; ama arkadaşlarıma her dokunuduğunda içimde fırtınalar kopar, yüreğimi derin korkular kaplardı. Öğretmen yanıma cetvelle her yaklaştığında içimde “ya bana da değerse…” ürpertisi olurdu.
Ezberim pek kuvvetliydi, yine de minik kalbim sözlüye kalkacak diye pır pır atardı, mideme binbir türlü sancılar girerdi. Hele bir de sınavlar vardı ki, aman yarabbim, her sınav öncesi bir tek ben miydim mide krampları çeken, yüreği yerinden fırlayan? Ben ve arkadaşlarım bu korkularla öyle sindirilmiştik ki, öğretmenin ve sınavların gazabına uğramamak için çabalardık sadece.
Halbuki her öğretmenin hayal ettiği bir öğrenciydim, akıllıydım da. Sistemi çabucak çözmüştüm. Elmalar kırmızı olacak, yıldızlar toplanacak, ödevler zamanında bitirilecek ve öğretmenin yüzüne gülümsenip en iyi notlar haneme yazılacaktı. Hayatım boyunca da böyle oldu. Hep bildim nasıl en iyisi olunur, nasıl göze girilir, nasıl bütün karne PEK İYİ ile kaplanır, A lar alınır, 10 lar yanyana dizilir.
“Pek iyi” ne demekti peki? İyi vardı, bir de Pek iyi vardı, ortayı pek bilmezdim zaten. Sanırım ben pek bir iyiydim, hep pekiyi vermişlerdi çünkü, evet evet kesinlikle pek bir iyiydim. Hatta içten içe bilirdim herkesten iyi olduğumu. Hatırlıyorum dördüncü sınıfta öğretmenim bana matematikten iyi vermişti, anneme de gizli gizli daha çok çalışsın diye yaptım demişti.
Ben, nasıl olmuştu da karnemde iyi getirmiştim? Annemle babam sanki bu sefer karnem hep pekiyi olduğu gibi sarılmamışlardı, dudaklarının ucunda bir burukluk mu vardı? Dünyanın sonu mu gelmişti ne? Pekiyiye alışmış çocuk yüreğim bu iyiyi hiç kabullenememişti.
Neyse ki bu “iyi”, eğitim hayatımın gidişatını çok değiştirmemiş, uzun yıllar boyunca sorgusuz sualsiz at gibi koşabilmeyi başarmıştım.
Hatta öyle hızlı koşmuştum ki karşımda bir sürü kapılar açılmıştı. Yıllar boyu gösterdiğim çabalarım sonuç vermiş üniversite sonrasında Amerika da “pek iyi” üniversitelerden master ve doktora yapabilmek için burs kazanmıştım. Nasıl bir gururdu o, ben başardım diyebilmek. Ne de çok akıllıydım! Ama diğer taraftan bir o kadar da ahmaktım. Çünkü öğrenme hevesiyle donatılmamıştım, tek bildiğim pek iyi olmak ve bunu olabilmek için de çok çalışmaktı. Birşeyler öğreniyordum ama zevk almıyordum, sorgulamayı bilmiyordum, tek derdim hadi bunu da başarayım diyerek hanemdeki artılar sayısını artırmaktı. Üzerime pek zahmetlerle (!) giydirilen “mükemmel” elbiseme toz kondurmamalıydım.
Neyse ki geçte olsa 20li yaşların sonu ve 30 lu yaşlarımın başında ahmaklığımın yavaş yavaş ve nihayet farkına varıp (tabii çok da sancılar çekerek) hayatımda bir dönüşümü başlatma ihtiyacı duydum. Zor yıllardı bunlar, okumam gereken hiç bir şeyi okumuyor, okumamam gereken herşeyi okuyordum. Yavaş yavaş hayatın aferinlerden ibaret olmadığını anlıyordum. Neyin doğru, neyin yanlış oldugunu ayırt edemiyordum, ve günün sonunda kafam kazan gibi oluyordu.
Gün geldi hayatla cebelleşmekten vazgeçtim. Vazgeçtim vazgeçmesine ama içimde büyük bir kızgınlık vardı. Elimden çalınanlara ve yitip giden yıllarıma kızıyordum. Anlıyordum ki bana hiç kimsenin pekiyi vermeye, 10 vermeye, A vermeye hakkı yoktu. Ben bir eşya mıydım ki beni damgalama hakkını kendilerinde bulmuşlardı ? Kimse de çıkıp dememişti hey aynaya bak, yansımanı beğeniyor musun? Halbuki ben o kağıt parçalarının birşey ifade ettiğine inanmıştım, hem de körü körüne. Nereden bilirdim onların değersiz ve içi boş bir yalandan ibaret olduğunu.
Halbuki ben benimle yola çıkan her arkadaşım gibi, verilenlerden çok daha iyisini haketmiştim.
Öğrenmekten zevk alabilmeyi haketmiştim mesela, korkusuzca soru sorarak merak duygumu genişletmeyi ve sorgulamayı öğrenmeyi haketmiştim. Düşündüklerim ve keşfettiklerimle değer görmeyi haketmiştim. Yanlış yapmaktan korkmamam gerektiğini bilmeyi haketmiştim. Duygularımın anlaşılmasını, içimdeki korkuların ve fırtınaların bilinmesini ve duru sularda yüzebilmeyi haketmiştim.
Peki neden mi haketmiştim? Çünkü ben bir “çocuktum”, küçücük, masum bir çocuk. Hepsi buydu aslında.
Ve birileri benim çocuk olduğumun farkına hiç varamamıştı!
Maalesef geldiğim noktada tek bir suçlu vardı…içinde yoğrulduğum sistem… Bana değer vermeyen, beni sadece kafadan ibaret gören, kafamı doldururken içimi boşaltan, adına da eğitim denen sistem.
Halbuki ne güzeldi hiç bilmediklerimi keşfetmek…
Benden neden çalınmıştı öğrenmem gereken güzellikler?
Neden tarihten 10 almıştım ama hiç birşey öğrenmemiştim? Tarih öyle bir duygu seliydi ki içinde kaybolmalıydı insan. Hangi hakla onu parçalayıp senelere bölüp sırayla anlatma gafletine düşebilmişlerdi? Niye tarihi öğrenmeyi sevdiğim için biri bana aferin demeliydi?…Ya matematik? Nereden bilebilirdim onun hayatımı derin bir şekilde algılamama yardım edecek mantıklar dizisi olduğunu. Felsefe dersinde bin bir zahmetle ezberlediğim ve sıkıcı bulduğum filozofların bana hayatı anlamak için türlü perspektifler sunduğunu. Coğrafya dersinde isimlerini ezberlediğim dağlara, vadilere aslında gözlerimle ve yüreğimle dokunmam gerektiğini…
Niye almışlardı bunları elimden?
Halbuki hiç hakları yoktu.
Yitip giden ise hiç bir zaman geri gelmeyecek çocukluğum, ve düşünerek, dokunarak, hissederek öğrenme zevkinden mağrum kaldığım gençlik yıllarımdı.
Ve nihayet bir yetişkin olduğumda bu kızgınlıklar etrafımda kaçması mümkün olmayan kalın duvarlar örmeye başlamıştı. Kızgınlığım devam ediyor ama sorular değişiyordu. Peki şimdi bu kadar kızgın olduğum, yanlışlarını gördüğüm, hiç hoşlanmadığım bir sisteme çocuklarımı nasıl emanet edecektim? Yavruma kendisinin neden iyi, arkadaşının pekiyi aldığını nasıl açıklayacaktım? Ya gelip anne bu haksızlık derse? Hayat böyle kızım, şimdiden alış, çok çalış sen de başar diye rest mi çekecektim? Ya her akşam bitmek bilmeyen ödevler, ertesi gün verilen aferinler?…Ya sınavlar?… Onunda benim gibi midesine kramplar mı girecekti? Her sabah koşarak, bin bir panikle ve “hadi, geç kaldık” larla onu okula mı yetiştirecektim? Ya gözündeki öğrenme feri sönerse, o zaman ne yapacaktım? Yine hayat böyle, yola devam mı diyecektim?
Halbuki benim hayallerim vardı. Her sabah kalktığımızda kahvaltı masasında birbirimize rüyalarımızı anlatacaktık, tadına vara vara tereyağlı ballı ekmeğimizi yiyecektik. Otobüsü veya okul zilini kaçırma derdimiz hiç olmayacaktı.
Sonra gelip bana soracaktı. Anne, ben uçmak istiyorum diyecekti. Gözlerindeki heyecan vücuduna cereyan etmiş halde bunu nasıl başarabilirim diye soracaktı. Ben de diyecektim, hadi araştıralım…Beraber Hazerfen Çelebi yi okuyacaktık. Sonra o evin içinde kanatlar takıp uçma denemelerine girişecekti. Her yere düşüşüşünde kahkalarla gülecektik…
Sonra kütüphaneye gidip kolumuzun altı kitaplarla dolu olarak eve dönecektik. Kızım anne okur musun diyecekti? Tabii diyecektim, sen ne zaman istersen. Hatta dinlemeyi, dinlerken de hayaller kurmayı öyle sevecekti ki ne kadar iyi okursa okusun önüme kitapları yığmaya devam edecek, ben de yaşı kaç olursa olsun ona keyifle okumaya devam edecektim.
Sonra yürüyüşlere çıkacaktık beraber. Dağ, tepe demeden yürüyecektik. Dere kenarlarında piknik yapacaktık. Yanımızda doğa kitaplarımız, resim defterlerimiz, kalemimiz, kağıdımız hiç eksik olmayacaktı. Merak ettiğimiz herşeyi araştıracak, notlar alacaktık, yaşayarak, görerek, hissederek öğrenecektik.
Hergün doyasıya oynayacaktı kızım. Ödevin var, artık bırak oyunu da masanın başına geç asla demeyecektim. Beraber toprağı öğrenecektik, ekip biçecektik, ve her yeni filizlenen tohum karşısında içimizde de yeni şeyler öğrenmek için istek uyanacaktı. Çünkü öğrenmek böyle birşeydi. İçeriden gelen, ve hassas bir şekilde büyütülen…sevgiyle ve korkusuzca. Kızım kendi öğrenmesinin sorumluluğunu mutlaka alacaktı, çünkü biliyordum ki “akan şu yolunu bulacaktı”. Onun içinden gelen, bir gün çağlayan olmuş akıyor olacaktı.
İçimizden gelenler bizim okulumuz olacaktı. Öğrenmekten heyecan duyacaktı kızım. Sabah 6 da okula yetişmek için değil, öğrenmek için uyanacaktı. Bir gün önce tam beceremediği origamiyi bu sabah tekrar denemek için uyanacaktı erkenden. Ya da bir şiir takılmıştı aklına, onu kaleme almak isteyecekti günün ilk ışıklarıyla.
Öğrendiklerimiz hiç bir zaman 40 dk ya bölünmeyecekti. En ince ayrıntılarına kadar araştıracak, tatmin olduk diyene kadar devam edecektik. Belki sonra biraz sıkılacaktık, bugün yapacak birşey bulamıyoruz diyecektik. Oflayıp duracaktık. Belki sadece yağan karı seyredecektik, ya da daldan dala uçuşan kuşları. Ama yeni gelen günle fikirler yine uçuşmaya başlayacaktı. Hadi diyecektik, yapalım. Bazen yemekleri birlikte hazırlayacaktık. Kendi yağında kavrulmayı öğrenecekti kızım. Önüne her şeyin hazır gelmeyeceğini bilecekti.
Dışarıda o kadar çok oynayacaktı ki yanakları koşmaktan kıpkırmızı olacaktı. Anne suuu diye kapıdan seslenecekti….
…
İşte ben bunların olabileceğini hayal etmiştim.
Ve bu öyle inançlı bir hayaldi ki gerçek oldu. Biz içimizden geldiği gibi yaşamayı, anların farkında olmayı, doğayı ve toprağı sevmeyi seçtik. İnsan olmanın erdemlerini keşfetmek istedik. Kendi kendimize yetebilmeyi, yetemediğimiz yerde yardım istemeyi öğrendik. Yarışmaktan vazgeçtik. Yarışırken yanımızda ezilenlerle ilgilenecek vaktimiz yoktu dememek için vazgeçtik. Eğer bu sisteme bir isyansa, evet isyan da ettik.
Belki akademik açıdan dünyanın en donanımlı çocukları olmayacak kızlarımız, belki atom mühendisi de olamayacak, uzay bilimcisi veya kimyager, belki…kim bilebilir…
Ama bildiğimiz bir şey var, kızlarımız öğrenmekten zevk alacaklar, hayallerinin peşine iç seslerini tatmin için düşecekler, kendilerine sunulacak altın tepsiler için değil.
Gariptir aslında, nedense hep boşa bakan bizler söz konusu eğitim olunca o boşu hiç görmeyiz ya da görmek istemeyiz. İçimizin nasıl da boşaltıldığını, öğrenebilme zevkinin elimizden nasıl çalındığını anlamayız. Körü körüne bağlanırız bu zincirin halkalarına ve gözü kapalı koşmaya başlarız. Çoğumuz bilmeyiz nereye gittiğimizi ama biliriz ki güzeldir, heybetlidir varacağımız nokta.
İşte biz vazgeçtik,
Varacağımız bütün heybetli noktalardan…
bundan sonra:
okulsuzluk- 10. bölüm: okulsuz hayat için düzenlemeler ve ev hayatı…
okulsuzluk- 11. bölüm: yasal olarak “evde eğitim”
okulsuzluk- 12. bölüm: ya sonrası?
okulsuzluk- 13. bölüm: doğru bilinen yanlışlar ve sık sorulan sorular