Category Archives: An’lar

keşifler…

yıllar önce, hatta tam olarak 17 sene önce, yüksek lisans yapmak için elimde iki bavulla dünyanın bir diğer ucuna gelmiştim. yeni dünyadaki ilk senem benim için türlü zorluklarla doluydu. alıştığım hayattan ve ailemden binlerce km ötede sıfırdan hayat kurma cabalarım bir yana, yaşadığım kültür şokunun etkisinden uzunca bir süre kurtulamamıştım. ülkeye gelişimin ikinci haftasında, derslerimin de başlamasıyla, ingilizcemin, özellikle konuşma dilimin ne kadar yetersiz olduğunu farketmiş ve hayat benim için daha da zor hale gelmişti. elimde defterlerimle ardı ardına derslere giriyor, profesörleri anlamak için pür dikkat kesiliyor fakat yine de eksik kalıyordum. aksanlar ve hız karşısında o kadar kafam dönmüştü ki, ilk günlerimde bu ülkedeki insanların ingilizce konuşmadığına yemin dahi edebilirdim. neyse ki bu ilk şoku zamanla aşmaya başladım. kulağım konuşma diline aşina oldukça derslerde not almak kolaylaştı, kendimi daha iyi ifade etmeye başladım. fakat zorluklar bunlarla bitmiyordu, verilen ödevlerin ve okumaların haddi hesabı yoktu. her ders sonunda elimize tutuşturulan onlarca makaleye bakıp bunları bir insanoğlu 1-2 günde nasıl okuyup bitirebilir ki diye kara kara düşünüyordum. okumalar, proje ve grup toplantıları, sayfalar uzunluğundaki raporlar üst üste geliyordu. derslerin içine girdikçe daha da boğuluyordum.

yüksek lisansımı bitirince hemen doktora eğitimine geçiş yaptım. yaptım yapmasına da omuzlarımdaki yük ve baskı da giderek artmıştı. üstelik kendime iş bulmuş ve önemli bir projede araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamıştım. kendimi sıklıkla dağ yığını gibi çoğalmış işlerin ortasında buluyordum. uykusuz geceler boyunca ödevlerle cebelleşip, doktora eğitimimde ilk iki senemi bitirdikten sonra zihnim iflas bayrağını çekmişti. ama iflas bayrağını çeken sadece zihnim değildi.

bir sabah uykumdan tuhaf bir duyguyla uyandım. sağ ve sol kolumun üzerine bir ağırlık konmuş gibi bir his vardı, ikisini de kaldıramıyordum. kollarımı her hareket ettirme teşebbüsümde de dayanılmaz bir acı duyuyordum. halbuki bir gece öncesinde nihayet derslerim bitti sevinciyle mutlu mesut uyuyakalmıştım. peki dün geceden bu sabaha ne değişmişti? bu şiddetli ağrılar da neyin nesiydi? hatta o kadar acı çekiyordum ki, bilgisayarın tuşlarına basmak için dahi kollarımı kaldıramıyordum. yaşadığım şokun ilk etkisi geçer geçmez soluğu doktorun ofisinde aldım. yapılan onlarca testlerin sonuçlarının hepsi normal çıkıyordu, lyme dan ms e kadar her hastalık değerlendirilmiş ama kollarımdaki uyuşma ve ağrının sebebi bulunamamıştı. zaman zaman ağrı hafifliyor ama mutlaka çok şiddetli bir şekilde geri dönüyordu. bütün testlerden ve haftalar süren tetkiklerden sonra bir gün doktorun ağzından şu kelimeler döküldü: hastalığının ismi “ fibromayalja”….ve elime çoğunluğu depresyon ilaçlarından oluşan bir reçete tutuşturdu.

o gün nihayet bir tanı kondu sevinciyle eve koşup hastalığımı araştırmaya başladım. önüme dökülenler ise hiç iç açıcı değildi, hatta yaşadığım hayal kırıklığını tarif dahi edemem. fibromayalja, teşhisi konamayan sebebsiz ağrılara verilen bir rahatsızlığın ismiydi. şaşkınlıkla bir ekrana bir de elimdeki ilaçlara bakıyordum. yani her şey benim kafamda mıydı? bu ağrıları anti depresanlar mı çözecekti? fazla bir seçeneğim yoktu; dişimi sıkarak bu ağrılarla yaşamayı öğrenecektim. bazı günler arabanın direksiyonunu tutamayacak veya verilen ödevleri bitiremeyecek kadar ağırlaşıyordu ağrılarım. bir taraftan da umutsuzca araştırmaya devam ediyordum.

bu teşhisin üzerinden neredeyse iki sene geçmişti ki bir gün ağrılarıma anahtar olacak bir kitap düştü önüme, kitabın ismi “adrenal yorgunluğu” ydu. kitabi okur okumaz zihnimde ardı ardına şimşekler çakmaya başladı. kitap sanki beni ve bütün semptomlarımı anlatıyordu; sabahları yataktan kalkmam neredeyse imkansızdı, kronik bir yorgunlukla yaşıyordum ve bütün bunlara eşlik eden sebebsiz ağrılarım vardı. adrenal yorgunluğu bir “stres” hastalığıydı . böbreklerin üzerinde yer alan, minik fasulye büyüklüğündeki adrenal bezleri vücudumuzun stres regulasyonunu sağlayan en önemli merkezdi hatta o kadar önemliydi ki bütün fizyolojimizi ve duygularımızı etkileyen hormonların üretim merkeziydi. fiziksel, psikolojik ve duygusal streslerimiz sürekli tekrar ettikçe adrenallerimizin ürettiği hormonların hassas dengesi de bozuluyordu. uykusuzluk, geceler boyunca yazılan makaleler, hızlı ve kötü beslenme, kafein tüketimi, mükemmeliyetçilik; ve bütün bunlara ilaveten yeni bir ülkede tek başıma ayaklarımın üzerinde durma çabalarım karşısında vücudum artık dayanamaz hale gelmişti. sürekli grip nezleye yakalanmam ve haftada en az iki defa başa çıkamadığım migren ağrılarım ise cabasıydı. hayatımda belki de ilk defa vücudumu hor kullanmamın çok ciddi sonuçları olabileceği gerçeğiyle baş başa kalmıştım. hemen dört elle sarıldım kitapta anlatılanlara.

ilk önce kronik strese sebep olan etkenlerle yüzleşmem gerekiyordu. benim için stresin kaynağı aralıksız ve yoğun bir şekilde, tam 23 sene süren okul ve iş hayatımdı. dur durak bilmeden, çoğu zamanda nereye gittiğimi farketmeden hızlı adımlarla koşup durmuştum. zaman zaman, zihnimde oluşan “neden bu kadar çok çalışmak ve hep başarılı olmak zorundayım” sorularıyla uyanan şüphelerimin hepsini bastırma konusunda da uzmanlaşmıştım. etrafımda her işime karışan, kendi fikrini empoze etmeye çalışan pek kimse yoktu. yine de, ne olursa olsun, kariyer hedefini, hele ki yılların emeğiyle gelinen noktayı, elinin tersiyle itmek en büyük tabulardan biriydi. bununla birlikte, stresin ve iş yoğunluğumun en tavan yaptığı dönemlerde bile kendime en büyük kötülüğü eden yine kendimdim; çünkü kendime iyi davranmayı, kendimi sevmeyi, vücudumu korumayı hiç öğrenmemiştim. en sonunda , hastalık yüzüme tokat gibi çarptığında, bu kronik stresi yaratan etkenleri hayatımdan çıkarabilmek için, alıştığım düzenden 180 derecelik bir dönüş yapmam gerektiğini de anlamıştım. bu, bildiğim her şeyi terkedip yeni bir yol çizmek gibiydi. açıkcası, alıştığım hayatı terkedersem ortada, başıboş kalmaktan korkuyordum; yani hedefsiz ve amaçsız. “sonra” ne olacağını bilmeme endişeleri, bütün benliğimi sarıyordu.

bu uzun ve sancılı kendimi keşfediş yolculuğumda, zihnimi en çok meşgul eden kelimelerden bir tanesi “ başarı” oldu. niye bilmiyorum ama bu kelimeyle ciddi bir hesaplaşma dönemi geçirdim. hatta kendimi bu kelimeye yüklediğim anlamlar yüzünden bayağı bir eleştirdim. maalesef bütün enerjimi yıllar boyunca başarma kelimesi üzerine kanalize etmiştim. fakat başarmak kelimesinin alt anlamında “başkalarına kendimi ispat” etme hali vardı. daha sonraları, bunun tam karşısına koyabileceğim başka bir kelime daha olduğunu farkettim. masum, iyilik yayan, çıkar gözetmeyen bir kelime; o da “ üretmekti”.. eğer mutlu olmak istiyorsam üretmem gerekiyordu, başarının peşinden koşmam değil. başarmak bir sonuçtu, üretmek ise bir süreç. ben sürecten keyif almadan basarıya odaklı geçiçi bir mutluluk hedefi koymuştum kendime ve beni mutlu eden, yapmaktan keyif aldığım her ne ise hayatta, bunları keşfedememiştim. bunu kendime itiraf ettiğimde, omuzlarımda taşıdığım anlamsız yükten kurtulmak için de sağlam bir adım atmış oldum.

adrenal yorgunluğu kitabını okumaya başlar başlamaz ilk farkına vardığım, uykusuzluğumun kronik hale gelmiş olmasıydı. yıllar boyunca saatim çoğunlukla sabah 4 e kurulu uyumustum. erken yatmayı öğrenmiş olsaydım bu belki problem olmayacaktı, fakat soluk alabildiğim kısa tatil dönemlerinde bile uykuya dalmam gece 12-1 i buluyordu. çoğu zaman da, bitirilecek işleri yetiştirememe endişesiyle yatağımda bir sağa bir sola dönüyordum. almila nın doğumuyla birlikte gece uykularımda sık sık bölünür olmuştu. gün içerisinde sürekli esniyor, farkına varmadan koltukta, veya bilgisayar karşısında uyuyakalıyordum. fakat akşam 7 den sonra sanki üzerime sihirli bir değnek dokunuyordu ve bütün gün kedi gibi kafasını dayayacak yer bulma çabasında olan ben, birden bire garip bir enerjiyle doluyor, ve bu enerjiyle de çoğu zaman gece 1 e kadar ayakta durabiliyordum. halbuki kitaba göre bütün bunlar, kronik uykusuzluğun belirtileriydi. vücudum, biyolojik ritmini tamamen unutmuştu. havanın kararmasıyla kendimi bilgisayarın başına zamkladığım için, vücudumun melotonin salgılaması da sürekli gecikiyordu. çoğu zaman da, sabah saatleri hariç, derin uykuya geçmekte zorlanıyordum. halbuki vücudumun, çölde günlerce susuz kalmış bir insan misali, uykuya ihtiyacı vardı. deliksiz, aralıksız uykuya.

kendimi iyileştirmeyi kafama koyduğum o dönemlerde oldukça erken yatmaya başladım, hatta çoğu zaman almila ile birlikte yatağa giriyordum. hemen uykuya dalmam mümkün olmasa da, sebat ettikçe güzel sonuçlar almaya başladım. sabah olunca, kendiliğinden uyanana kadar da uyumaya devam ediyordum, 9-10-11 e kadar. ilk günler bu geç uyanmaların hiç bitmeyeceğini düşündüm. sabahları almila ile birlikte uyanamamak, istesem bile gözlerimi açamayacak kadar duyduğum yorgunluklar pişmanlık yaratsa da, bunu yapmak zorunda olduğumu biliyordum. bu dönemde bülent in çok ciddi bir desteği olmuştu. iyileşmem için evin bir çok sorumluluğunu o üstüne almıştı. her sabah almila yla ilgileniyor ve oyun oynamak için birlikte parka gidiyorlardı. ben de uykumu geciktirmemek için her türlü kafein tüketimini bırakmıştım.

uykumun düzene girmesinde ve yataktan kendimi kazıyarak uyandırma halinden kurtulmamda yine o dönemlerde keşfettiğim d vitaminin inanılmaz etkisi oldu. sağlığımız için güneşe nasıl da muhtaç olduğumuzu, bennu nun ilk yaşı sırasında geçirdiği kulak iltihabını çözmeye çalışırken öğrenmiştim. seneler boyunca okul, ev, iş arasında sürekli mekik dokurken güneşle hiç bir temas kurmadığımın farkına dahi varmamıştım. üstelik kuzeyde yaşadığımız için, neredeyse altı ay süren kış mevsimi dolayısıyla güneşten hep uzaktık. sık sık gribe ve nezleye yakalanmam da cabasıydı. bu konuyla ilgili okumalar yapınca, d vitamini eksikliği, bende de olabilir şüphesiyle soluğu doktorun ofisinde aldım. yanılmamıştım. yapılan testlerde d vitamini seviyemin yerlerde süründüğünü görmüştük. doktorum hemen terapi dozunda d vitamini kullanmam yönünde tavsiye verdi. ve akabinde, hem erken uyuma çabalarım, hem de d vitaminin desteğiyle uzun yıllardan beri ilk defa yataktan çok daha pozitif bir enerjiyle kalkmaya başladım. yine de, yıllardır biriken uykumun toparlanması aylar sürdü diyebilirim. bedenimin, zihnim ve kalbim kadar benim iyiliğime ve hassasiyetime ilgisi vardı. halbuki uzun yıllar boyunca bir çok sınavı başarıyla geçmeme rağmen, ruhuma, zihnime ve bedenime “dengeli” şifa verme konusunda sınıfta kalmıştım.

uykumu iyi alamamamdaki en büyük sebeplerden biri de vücudumun elektrik yükünü atamayan sentetik yüklü yataklardı. üstelik amerika da bütün koltuk ve döşeklere yangına karşı önlem amacıyla bir takım kimyasal uygulamalar yapılıyordu. hatırlıyorum da yıllar önce annanemin en sert yün döşeklerinde, mis gibi toprak kokan evinde sadece bir gece uyuyarak bir yıllık uyku almışım gibi zinde ve sağlıklı uyanırdım. öğrencilik yıllarımdaki yatağımdan ise, uykuya başlamadan önceki halimden daha da yorgun uyanıyordum. bu konudaki okumalarım neticesinde sağlıklı bir uykunun temiz bir yataktan geçtiğine ikna oldum. uyuduğumuz yastıktan, yorgana ve battaniyeye kadar evimizdeki her şey sentetikti. zaman içinde,  yirmi dört saatimizin neredeyse üçte birini üzerinde uyuyarak geçirdiğimiz eşyaları da yavaş yavaş değiştirdik. temiz hava ve güneş, ve biyolojik ritmime saygı gösteren temiz uyku alışkanlıkları, bu süreçte iyileşmeme yardım eden en önemli basamaklar olmuştu.

bu arada adrenal yorgunluğum için fizik terapi seanslarına da başladım. bigisayar karşısında uzun saatler oturmaktan ve uzun süreli uykusuzluktan dolayı boynumda ve omuzlarımda oluşan gerginlikler aynı zamanda migren ataklarımın da kaynağıydı. terapistimle çalışmaya başladıktan sonra bana boynumu ve omuzlarımı gevşetmek için, üzerindeki baskının salınımına yardım edecek hareketleri öğretmeye başladı. her ne kadar kadar fizik terapi aldığım sırada ilerleme kaydettiysemde, bıraktıktan bir müddet sonra ağrılarım geri geliyordu. çünkü bilgisayar karşısında uzun süreli oturmak zorundaydım ve hareket etmeyi alışkanlık haline getirmekte zorlanıyordum. sürekli bana eşlik eden boyun gerginliğimin tamamen iyileşmesi, doktora eğitimimi bırakmaya karar verinceye kadar devam etti. çocuklarla evde eğitime başladıktan sonra da bilgisayarımı hayatımın merkezinden tamamen çıkardım. hatta haftalar boyunca açmadığım zamanlar oldu. elbette yerini ipad ve iphone gibi minik cihazlar alsa da, bilgisayar ekranına uzun süre bakarak ve oturarak çalışmanın getirdiği fiziki problemler tekrar geri gelmedi.

amerika daki ilk senemde, ev ve okul arasındaki mesafe çok uzak olmadığı için genelde yürümeyi tercih ediyordum. daha öncesinde de, hem lise hem de üniversite yıllarımda her gün uzun mesafeleri yürüme alışkanlığım vardı. yüksek lisansımın ikinci senesinde ise kampuse oldukça uzak başka bir siteye taşındım. böylelikle, amerika ya adım atar atmaz herkese verilen ilk tavsiye olan araba edinmeyi de sadece bir sene geciktirebildim. zaten her seferinde haftalık alışverişlerim için başka bir arkadaşımı aramaktan çekinir olmuş veya en yakın 3-4 km mesafedeki marketten özellikle kış aylarında elimde market torbalarıyla eve dönmekten de iyice yorulmuştum. fakat arabanın hayatıma girmesiyle fiziksel egzersizlerimin de hemen hepsi yok olmuş, bütün hayatım boyunca yaptığım uzun mesafe yürüyüşleri de son bulmuştu. halbuki bu yürüyüşler hem kafamı dağıtmama hem de bedenimi zinde tutmama yardım ediyordu. doktora eğitimime başladıktan sonra da değişen bir durum olmadı. oldukça hareketsiz bir yaşam ve kötü beslenme yüzünden giderek kilo almaya başladım. özellikle akşam saatlerinde çalışırken sürekli atıştırıyordum. ve açıkcası bütün bunu sorgulayabilecek bir farkındalığım yoktu. yıllar sonra bedenime yaptığım kötülüğü bir nebze olsa gidermek ve çocuklarımızın doğayla yakın ilişki kurmalarını sağlayabilmek amacıyla ailece doğa yürüyüşleri yapmaya başladık. özellikle hafta sonları, belli rotaları takip ederek ormanın derinlerinde kaybolmak hem vücudumu iyileştiriyor hem de zihnimi açıyordu. bir taşın üzerine oturup sessizliğin sesinde kaybolma duygusunu çok sevmiştim. bu yürüyüşlerin ruhsal sağlığım üzerindeki pozitif etkilerini gördükçe daha sıklıkla yapar olduk ve zamanla iyileşmemin de önemli bir parçası haline geldi.

farkındalık bir çorap söküğü gibiydi. bir ucundan çekiştirdin mi elinde derli toplu bir yumak kalana kadar sökülmeye devam ediyordu. durum bu olunca, ister istemez bedenimi nasıl beslediğim konusu da gündemime girmişti. bu konuda çok uzun yazmamın pek bir ehemmiyeti olmayacak çünkü sağlıklı bir beslenme için ihtiyacımız olan türlü bilgiye artık farklı kanallardan ulaşabiliyoruz. sekiz veya dokuz sene önce, bu konular popüler olmadan önceki dönemlerde, maalesef çok yalnız kalmıştım. kimsenin ne yiyip içtiğine karışmamakla beraber, etrafımdaki insanların benim hassasiyetlerime aldırış etmeden sürekli dalga geçmesi, aman sende, deli misin hayat böyle geçer mi söylemlerinin içinde sıkışıp kalmam beni oldukça yormuştu. ama sebat etmek ve kararlılık, öğrenmeyi de beraberinde getiriyordu. ben iyileşmek istiyordum, ve şifa bulmak…bu konuda kararlılık gösterdikçe, seçimlerimin bedenim üzerindeki etkisini farkettikçe, yolumdan ayrılmadım. çünkü emek vermeden kendim için doğru olanı bulmam mümkün değildi. uzun süren deneme, yanılma ve farklı diyetlerle hayatıma bir denge getirmeyi başardım. bu emeği verdikçe, girdiğim her ortamda dikkat çekmeden, başka insanlara seçimleri sebebiyle rahatsızlık hissi oluşturmadan, ve kendi doğrumu dikte etmeden, sadece kendim ve ailem için sağlıklı seçimler yapabilmeyi de öğrendim. az ve temiz noktasına evrildiğim en son aşamada “bedenime hizmet eden gıdayı” evimize getirmeyi öğrenmiş olduğum için bu konunun yarattığı stresi de en aza indirgediğimize inanıyorum.

adrenal yorgunluğu olan insanlarda sıklıkla görülen mükemmeliyetçilik, benim de en büyük stres kaynaklarımdan biriydi. bu özelliğin ailede benzer bir karaktere sahip biri tarafından görerek öğrenildiğini düşündüm hep. bizim ailemizde babamdı bu figür. yaptığı işin her zaman en iyisini yapmak isteyen babamla büyümenin sayısız avantajı vardı elbette ama benim durumumda bazı dezavantajları da oldu. özellikle üzerinde vakit harcadığım işleri mükemmel yapamama korkusu ve endişesi bir müddet sonra stres kaynağına dönüşüyordu. ya iyi olmazsa diyerek ertelemeye başladığım işler kabus gibi uyandırıyordu gecenin bir vaktinde. bunu farkettiğimde, kendimi değiştirmemin de çok güç olduğunu anlamıştım. yine de,biraz umutsuzlukla karışık, küçük adımlar atmaya başladım. özellikle el işinin bu problemin çözümünde pek çok faydasını gördüm ( dikiş, örgü, vs gibi). insan elinin dokunduğu her işte, ufak tefekte olsa hatalar olabiliyordu. eğri büğrü diktiğim bebekler, etekleri önden veya yandan sarkan elbiseler, yaptığım hatayı düzeltmek için bütününü sökmek zorunda kalacağım ( ve sökmediğim) örgülerim… bunların hepsi benim için bir terapi gibiydi. bununla birlikte, her işi tek seferde mükemmel yapmaya çalışmanın o işin tabiatına da ters olduğunu farkettim. hiç birimiz  bir işi çok iyi bilerek veya mükemmel bir donanımla dünyaya gelmiyorduk. özellikle üretmeyi sevdiğim işlerde kararlılık ve sabır gösterince, yavaşta olsa hep bir ilerleme kaydettiğimi gördüm. bu konuda çocuklarımdan da çok şey öğrendim. onlar bana hatalarımı önümde bir engel olarak değil de, bir öğrenme fırsatı olarak görmeyi öğrettiler. halbuki, hata yapmak bütün okul hayatım boyunca bana başarısızlık hissi vermişti. hatalarım, her seferinde idealimdeki mükemmele ulaşmama bir engel olarak çıkmıştı karşıma. ne zaman hatalarımdan öğrenmeye başladım, ben de rahatladım. ve hastalığımı yenmemde bir adım daha atmış oldum.

stresimi besleyen bir başka durum da beynimin içinde yarattığım ve kendimi merkezine koyduğum ve algılarımla oluşturduğum iç dünyamdı. “alınganlık” gibi bir türlü aşamadığım, ciddi bir problem beni hem sürekli strese sokuyor hem de beynimin içinde sinsi bir şekilde gezinerek beni duygusal olarak güçsüzleştriyordu. duygusal olarak güçsüzleştikçe bağışıklık sistemim de zayıflıyor ve hastalıkla mücadelede hep kaybeden taraf oluyordum. bir gün elime düşen bir kitapta aynen şöyle diyordu. “eğer mutlu olmak istiyorsan hiç bir şeyi üzerine alınmayacaksın”. ya da “hiç bir şeyi kişisel algılamayacaksın”…. bu bölümü derinlemesine okuyunca kendi problemlerimin sebeplerini de net bir şekilde görmeye başladım. yaşadığım çoğu sıkıntının kaynağı kendi hayal dünyamdı ve bunu anlamak büyük bir adımdı benim için. açıkcası herkes kendine ait bir rüyanın içinde yaşıyordu, ve herkes kendi rüyasının baş kahramanıydı. o rüyanın içindeki bütün kurgular da bize aitti. zamanla, alınganlık gösterdiğim konular oldukça, bunları deşmeye başladım. kendi kurguladığım sebepler dışında olabilecek bütün ihtimalleri listeledim. anladım ki her senaryoda, benim alınganlık sebeplerimin dışında, karşımdaki kişiye ait olabilecek onlarca olasılık vardı. böyle durumlarda yapmam gereken tek şey, kendimi o kişinin hayatının merkezinden çıkarmaktı. bunu yapınca geriye ne alınganlık ne de o kişiye karşı hissettiğim negatif duygular kalıyordu. o zaman niye bu alınganlıkları yaratıp, kafamın içinde bu hikayeleri bir sarmaşık gibi sardırıp kendime eziyet ediyordum? zamanla kendime yaptığım bu içsel telkinler ben de bir alışkanlık haline gelmeye başladı. sevdiklerimle aramda oluşan engelleri aşmama, kafamın içindeki kendi kurgularımı anlamama yardımcı oldu.

bir taraftan, her davranışı veya sözü kişisel olarak almamayı öğrenirken, diğer taraftan da , bana negatif enerji veren insanlarla arama bir mesafe koydum. özellikle başkalarının özel hayatını gelip bana anlatan, bundan zevk alan veya çekiştiren insanlarla yola devam edemeyeceğimi farkettim. çünkü negatif enerji , eğer ki sınırları içine kendi rızamla giriyorsam, beni de hasta ediyordu. bu da belki de aldığım en radikal ve zor kararlardan biri olmuştu.

adrenal yorgunluğundan ve dolayısıyla ağrılarımdan kurtulmam ve bugünkü noktaya ulaşmam uzun bir süre aldı. yukarıda bahsi geçen konuların hepsi üzerinde farklı zamanlarda çalıştım. elbette sıfır stressiz bir hayata kavuşmadım ama geçen yıllar boyunca, stresle başedebilecek güçlü bir donanım kazandım. artık stresi yaratan kaynakları yakından tanıyıp, sağlığımı etkileyebilecek noktaya ulaşmadan, üzerinde çalışarak bana olan etkilerini minumuma indirgeyebiliyorum. ve biliyorum ki hastalık hepimiz için bir sonuç değil bir başlangıç olabilir ancak; eğer hastalığın bizim elimizden tutup daha iyi olmamız için ( zihnen, ruhen ve bedenen) bahşedildiğinin farkına varabilirsek.

( geçmişte, bu yazımın devamı veya tamamlayıcısı niteliğinde olan diğer yazılar da paylaşmıştım; bunlara aşağıdaki başlıklara tıklayarak ulaşabilirsiniz.)

kablumbağanın öyküsü
okulsuzluk yolculuğum 1. kısım

ekin bebeğin evde doğumu…

ekin bebeğin evde doğumu…

her doğum kendine özel ve çoğu zaman yaşandığı anda farkedemediğimiz, sadece sonrasında anlayabileceğimiz güzelliklerle dolu. ekin in dünyaya gelişinin öncesinde hikayeler birikmişti, kopuk, bağlantısız, belki o an için önemsiz hikayeler… ama onun dünyaya gelmesiyle çember içinde birer noktadan ibaret olan bu hikayeler biraraya geldi ve çemberin iki ucu birleşti. yaşadığımız her ayrıntı, ayrı bir anlam kazandı. ben ise her doğumda olduğu gibi annelik, kadınlık, ve manevi dünyama dair hiç bilmediklerimi öğreneceğim yeni bir kapıdan içeri girdim.
………

bera nın doğumunu blogda uzun uzun anlatmıştım. onun doğumunda yaşanılanlar çok güzeldi; doğumun evde olması, doğum sonrasında ailemizin daha da kenetlenmesi, ilk günlerimiz… fakat, doğumun öncesine dair anlatamadıklarım, anlatma gücünü kendimde bulamadıklarım da çoktu. bera ya hamileliğim sırasında aylar süren bir sağlık problemim olmuştu. hala nasıl kurtulduğumu bilemediğim fiziksel acılar ve çok zor günler yaşamıştım. hamileliğimin son aylarında artık dayanmakta zorluk çektiğim bu fiziksel acıların ve uykusuz gecelerin bitebilmesi için bera nın bir an önce doğması gerekiyordu. ve ben de, bu yüzden, bera nın doğumuna kalben, ve zihnen tamamen hazırdım. aklımda doğuma dair hiç bir tereddüt veya korku yoktu.

belki, biraz da bu kabullenişin etkisiyle,  bera beni oldukça sarsan bir hızda dünyaya geldi. ilk ağrıyı hissetmem ve onu kucağıma almam arasında sadece ve sadece 2 saat vardı. ama o iki saat benim için oldukça zor geçmişti. ağrılar dayanılmaz bir şiddetle aniden başlamış, neye uğradığımı anlamaya fırsat kalmadan iki saat boyunca ardı ardına devam etmişti.

ekin in doğumu yaklaştıkça, beynim ve vücudum, o olağanüstü ama bir o kadar da yoğun sancılarla geçen iki saati ve o geceyi tekrar tekrar başa sarmaya başladı. kendime, üç normal doğumdan sonra, bunu itiraf etmem zordu ama korkuyordum. ağrılara nasıl dayanacağımı düşündükçe içimdeki korku büyüyordu. suda doğum alternatifimiz olabilirdi ama bera da havuzu doldurmaya bile fırsatımız olmamıştı. dördüncü bebeğimizin daha da hızlı gelebileceği düşüncesiyle bu sefer su doğumunu planlamaya gerek duymamıştık .

üç yavrumuzun da 38. haftada doğması sebebiyle bütün hazırlıklarımızı tamamlayarak ekimin 20 sinden sonra beklemeye başladık. 21,22,23,24… günler geçiyordu, sancılar her aksam düzenli olarak geliyor ama doğum gerçekleşmiyordu… üstelik ebem ayın 29-30 una denk düşen haftasonunda şehir dışında olacaktı. hamileliğimi öğrendikten sonraki ilk buluşmamızda, bunu bize söylemiş, biz de nasılsa 39. haftaya kadar bebeğimiz gelir, o tarihlere denk gelmesi çok düşük bir ihtimal diyerek yolumuza ebemizle devam etmeyi uygun görmüştük.

ama günler geçtikçe, ebemin burada olmayacağı haftasonu yaklaştıkça,  uykularım kaçmaya başladı. ebemin ortak çalıştığı başka bir ebe arkadaşı vardı, onun burada olmaması durumunda  bize o yardım edecekti. Lisa yı çok iyi tanımıyordum. her ne kadar olabileceklerin en hayırlısı olması için dua etsek de beynimin bir köşesi, bildiğim, tanıdığım, güvendiğim ebeyi, bera nın ebesini istiyordu.

oldukça hızlı ve endişelerle geçen 38. haftamızın sonunda, ayın 28 inde, ebem uçağa binip kardeşinin düğününe gitmek için şehirden ayrıldı. ben ise doğuma konsantre olmak yerine, o haftasonunu, yavrumuz gelmeden, atlatma derdine düştüm.

fakat, cumartesi gecesi tuhaf, içgüdüsel bir uyanış hisettim. içimden bir ses yükseliyordu. olabilecek her şey için bütünün hayrına dua etmelisin diyordu o ses… bütünün hayrına… bütünün hayrına…önce anlamlandıramadığım ve sürekli zihnimde dolaşan bu ses, üzerinde düşündükçe birdenbire vücud bulmaya başladı. herşeyin hayırlısı olsun derken, bu hayrin doğal olarak bana ve bebeğimize gelmesini düşünüyorduk, hayırlı vakitte hayırlı, güzel bir doğum olmasıydı duamız . nedense bizim dışımızdakilerin bu doğumdan etkilenebileceği hiç aklıma gelmemişti. ama öyle değildi. belki ebemin ortak çalıştığı diğer ebenin bizim doğum için ödeyeceğimiz ücrete daha çok ihtiyacı vardı. ya da bizim göremediğimiz başka insanlar, başka bir şekilde bu doğumdan nasiplenecekti. bunları düşündükçe birdenbire afalladım. evet, bütünün hayrina olması duasındaydım ama bunun ne anlama geldiğini sanki o ana kadar tam idrak edememiştim. bizim bilmediklerimiz ve göremediklerimiz vardı. ve belki de ben ve bebeğim, bu doğumun başrol oyuncuları bile değildik.

bunu idrak etmemle üzerime anlamlandıramadığım bir sakinlik geldi. ve bu kabullenişin üzerinden henüz 24 saat geçmeden, ebem bizden kilometrelerce uzaktayken, sancılarım başladı. onun bu doğuma gelemeyeceği belki de daha ilk günden belliydi. fakat duygularım, şartlanmalarım ve korkularım bir şekilde doğumun başlamasına engel olmuştu.

yine aynı sabah, henüz sancılar başlamamışken, telefonumuza bir mesaj düştü. temiz kalbine yürekten inandığım bir arkadaşım, rüyasında bizi görmüştü. rüyada, ekilmiş ve hasadı yapılmış bir arazimiz vardı. evimiz çok telaşlıydı, etraf kalabalıktı ve ben çok meşguldüm… ve şöyle diyordu mesajın sonunda; sizin için çok güzel olacağını hissettim. arkadaşımız, mucizevi bir şekilde , farkında olmadan, doğumu bütün ayrıntıları ve bebeğimizi ismiyle bize haber veriyordu. mesajı bülent e uzattım. ikimizde “hasat” kelimesinde takıldık kaldık. erkek ismi olarak aylar öncesinden ekin’e karar vermiştik. biz yavrumuzun cinsiyetini öğrenmemiştik ama bize oğlumuz olacağı,  doğumdan tam 24 saat önce, arkadaşımın rüyasıyla haber verildiğini ancak saatler sonra anlayacaktık. ve bu rüyayla, aylardır bebeğimizle ilgili çok üzüldüğüm bir konuyu da artık vesvese yapmamamız gerektiğini hissediyordum… her şey güzel olacaktı.

ilk ağrıları hisseder hissetmez ebeyi aradım. bebeğimizin, aynen bera da olduğu gibi çok hızlı gelebilme ihtimali vardı. ebe, benim arayabileceğimi biliyordu. zaten telefonlarımızı da çok önceden paylaşmıştık. durumu da bildiği için hemen yola çıkıyorum dedi, ve akşam saat beş civarı kapıdan içeri girdi. bu arada doğuma katılmasını planladığımız diğer arkadaşımıza haber verdim. o da fazla vakit kaybetmeden kızıyla birlikte bize geldi.

tam o sırada yine şimdi düşündükçe olağanüstü bulduğum bir durum daha yaşandı. hem çocukları olduğu, hem de bizden bir saat uzaklıkta yaşadıkları için doğuma çağırmayı düşünmediğim çok sevdiğim bir arkadaşım telefon etti. telefondaki ses bana aynen şöyle diyordu: bu sabah zihnimde bebek sesiyle uyandım… bütün gün aklımdan çıkmadın, nihayet fırsat bulabildim aramaya, nasılsın? … ağrılarımın henüz başladığını söyleyince, anaç sesiyle biraz da çekinerek sordu: izin verirsen gelmek, yanında olmak istiyorum… yol uzaktı, çocukları vardı… ben ise sadece “tamam o halde, gel” diyebildim. ve yaklaşık 1 saat sonra o da yanımızdaydı. yalnızlığımızın içinde bu işi nasıl halledeceğiz derken, yanımızdan 24 saat ayrılmayacak, doğum fotoğraflarımızı en güzel şekilde çekecek, çocuklarla oynayacak, alışverişimizi yapacak, bütün çamaşırlarımızı yıkayarak evimizden ayrılacak dost eli bize gönderilmişti. halbuki doğum hafta sonu değilde hafta arası, hatta pazar günü olsaydı, arkadaşımın gelmesi mümkün olmayacaktı.

biz o anda farkında değildik belki ama bizim ve doğumda olması gereken herkes için yaşanılacaklar en mükemmel şekliyle hazırlanmıştı. doğum başlamıştı, etrafım kalabalıktı. çocuklar ayaktaydı. ben sancılarla meşguldüm. her şey tam istediğim gibiydi, aynen “rüyada görüldüğü” gibiydi. bera nın doğumunda olduğu gibi gecenin kör karanlığında tek başıma o dayanılmaz ağrılarla başbaşa kalmayacaktım…

yaklaşık 3 saat sonra, saat 9 civarı, sancılar 5 dk da bir gelmeye başlamıştı. zorlanıyordum ama ağrıların arasında etrafımla sohbet etmeye devam edebiliyordum. içimdeki ses şöyle diyordu, bak korktuğun gibi olmadı, ağrılar daha kötüleşmeyecek, sen bu işi kolayca halledeceksin…

fakat, saatler gece 11’i gösterdiğinde, ağrılarımda herhangi bir ilerleme olmuyordu. çocuklar beklemekten yorulup uyumuşlardı. aslında herkes yavaş yavaş yorulmaya başlamıştı, ben dahil. canım oldukça sıkkındı. bera nın doğumu gibi ağrılı olmasını istemiyordum ama sabaha kadar ne olacağını bilmeden beklemek düşüncesini kabullenmek zordu. ebem istersen nerde olduğumuza bir bakalım diyerek beni odaya götürdü. sadece 5 cm açılma olduğunu öğrenince büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. ebem de ciddileşmişti. bana ; ” hüsra, etrafın çok kalabalık, doğuma konsantre olamıyorsun. birbirimizi yeteri kadar iyi tanımadığımız için senin korkularının farkında değildim. ama şunu kabul etmek zorundasın. bebeğin dünyaya gelmesi için o dayanılmaz ağrılara ihtiyacın var. lütfen onlardan kaçma. o ağrılar olmadan bebeğin gelmeyecek…”

evet, ebem ( Lisa) , karşımda durmuş, bana korkularınla yüzleşmelisin diyordu. sessizce kendimi dinlemeye çalıştım. ağrıların şiddetlenmesine gerçekten ben mi engel oluyordum?…biraz düşündükten sonra, siz gidin ben odada yalnız kalacağım diyerek bülent i ve ebeyi gönderdim. o anda aklımdan tek geçen bebeğime bir an önce kavuşma hissiydi, daha fazla beklemek istemiyordum. ve bunu tek başıma yapmak zorundaydım. ben yapmak zorundaydım. zihnimde bu ağrılar olmadan bebek gelmeyecek sesi yükseliyordu. ebenin benle açık açık konuşması biraz dokunmuştu ama o söylemesi gerekeni söylemişti. ve belki de bunlar tam ihtiyacım olan sözlerdi.

şimdi geriye dönüp baktığım zaman, eğer Lisa değilde Sarah yanımda olsaydı, aynı mesajı bana oldukça ciddi bir şekilde, aynı etkiyle yansıtabilir miydi bilemiyorum. ama şunu çok iyi biliyorum; Lisa o gece tam olması gereken yerdeydi.

içimdeki ses; hüsra bunu yapacaksın, ve şimdi yapacaksın diyordu. o anda karar verdim. aklımı, zihnimi ve kalbimi bir kenara bıraktım ve kendimi vücudumun sesine teslim ettim. birden bire o ses bana yapmam gerekenleri söylemeye başladı. ve belki de 10 dk içinde, o istemediğim, haftalardır kaçtığım ağrılar nihayet davetime icabet etmeye başladılar. bülent i çağırdım, elimi sımsıkı tut, lütfen beni bırakma diyerek yaşlı gözlerle ona baktım. o da bana, hüsra sen çok güçlüsün, daha önce yaptın, yine yapacaksın, seni hiç bırakmayacağım diyerek ellerimi sımsıkı tuttu.

bu arada Lisa içeri gitmiş; arkadaşlarıma, benim doğum için sessiz kalmaya ihtiyacım olduğunu söylemişti. arkadaşımız ve kızı benim için daha iyi olabileceğini düşünerek, telefonla acil bir durumda haber verilmesi şartıyla ayrılma kararı vermişlerdi. uzaktan gelen arkadaşım ise beni bırakmak istememiş, sonuna kadar bekleyeceğini söylemişti.

ve ebemin benimle konuşmasının üzerinden bir saat ya geçmiş ya geçmemişti. o şiddetli, dayanamayacağımı sandığım ağrıları tek tek yaşamış, nasıl yapacağım dediğim, uykularımı kaçıran o anları yine solumuş, her şeyi yeniden yapabilme cesaretini göstermiştim. saatler 12.30 u gösterdiğinde, yavrumuza kavuşmuştuk. ebem, bebeğimizi yakalayarak kucağıma uzatmış, ben ise onun minicik suretiyle tanışmış olmanın şaşkınlığıyla sevinç çığlıklarıma engel olamamıştım. o mutluluk anının sarhoşluğuyla bebeğimizin cinsiyetini öğrenmek aklıma bile gelmemişti. bülent ise bir yandan beni tutuyor, bir taraftan sesleniyordu: oğlumuz oldu…ekin ali geldi…

doğum anında kızları da uyandırmıştık. hep birlikte bir mucizenin kollarımızda uyanışına tanıklık ediyorduk. eşi, benzeri olmayan bir andı, ömür boyu kalbimde taşıyacağım bir an…

bütün doğum, en başından itibaren olması gerektiği gibi olmuştu. her şey O’nun katında en ince ayrıntısıyla planlanmış ve teslim olduğum anda can bulmuştu. arkadaşlarım bana yalnızlığımı hiç hissettirmemişlerdi. uyumadan önce çocuklarla ilgilenmişler, bana moral vererek destek olmuşlar, elimi tutmuşlardı. ebem, Lisa, bütün doğum boyunca sevecenliğini ve sakinliğini korumuş, ve gerektiği yerde müdahale ederek belki saatler sürecek doğumu o 1 saate sığdırmama yardım etmişti. eşim, yoldaşım ise yanımdan hiç ayrılmayarak sımsıkı tuttuğum eliyle gücüm olmuştu.

etrafımda pervane olan yavrularımın her birinin doğumuyla ben yeniden doğmuş, her yavrumun annesi oluşumda içimde hiç sönmeyecek yeni bir mum yakılmıştı. içimdeki can, ilk nefesine kavuşurken çektiğim her sancı beni daha güçlü bir kadın yapmış, o sancılar sayesinde bütün dünyaya meydan okuyabilecek bir cesaretle donatılmıştım.

evet, bizim bilmediklerimiz ve göremediklerimiz hep olacaktı; ama teslim olmaktan vazgeçmedikçe, bütünün hayri için dualarımız bitmedikçe, olması gerekenin bizim için en güzel olduğuna ve yaşanması gerektiğine inancımız azalmadıkça; çemberin uçları her seferinde birbirine kavuşacak, ve yeni hikayeler yazılmaya devam edecekti….

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.