okulsuzluk – 7. bölüm: çocuklar okula gitmeseler, ne dersin ?

seyahatimizden döndükten sonra, waldorf felsefesini daha iyi anlayabilmek için şehrimize yakın olan waldorf okulunu ikinci defa ziyaret etme kararı aldık. bu esnada waldorfla ilgili yaptığım araştırmalarım da derinleşmişti.

waldorfu öğrenmeye başladıkça, beni büyüleyen estetik bakışın altında yatan gerçek sebebi de farketmeye başlamıştım. bu okulda çocuklara,  çocuk oldukları için “değer” veriliyordu. ve okulun bütün felsefesi, çocuğun çocukluğunun korunması ve özüne saygı gösterilmesi üzerine inşa edilmişti. o günlerde yavaş yavaş içselleştirmeye başladığım bu kavramlar ileride beni “çocukluk” üzerine çok daha derin düşüncelere itecekti.

buna ilavaten, waldorf; doğal yaşam ve döngülerini de, müfredata yön veren bir eksen üzerine kurmuştu. her sene düzenli olarak mevsim geçişlerinde festivaller kutlanıyor, el-işleri ve sanatsal aktiviteler yine mevsimlerden esinlenerek uygulanıyordi. üstelik çocuklar her gün, zamanlarının büyük bir bölümünü, doğada serbest oyun oynayarak geçiriyorlardı.

bu ziyaretimizde, okul çalışanları sadece bize ait bir tür düzenlemişti. waldorf un büyüleyici dünyasına tekrar gireceğim için oldukça heyecanlıydım. fakat tur boyunca zihnimde ciddi soru işaretleri uyandıran bazı yeni durumlar oluştu. daha önce bütün okul ziyaretlerimizde yaptığımız gibi, derslerin işleyişini görebilmek için gözlem talep etmiştik. fakat bu isteğimiz, ana derslere hiç bir veli kabul edilmediği gerekçesiyle kabul edilmedi. halbuki bir çok okulda bu isteğimiz doğal karşılanıp gerekli gözlemleri yapabilmemiz için uygun ortamlar oluşturulmuştu. okulun bu tavrı canımızı oldukça sıkmıştı. gezimiz sırasında, dikkatimi çeken bir başka durum daha vardı; çocuklar sanki aynı kalıptan çıkmış gibi birbirlerine benziyorlardı, ve okulun neredeyse yüzde 99 u beyaz öğrencilerden oluşuyordu. bu öğrencilerin varlıklı ailelerden geldikleri de hemen göze çarpıyordu . bizim için çeşitlilik önemliydi; aradığımız okulda çocuklarımızın kendi kültür, dil, ve dinlerini ifade edebilme özgürlükleri olsun istiyorduk. bu konuyla ilgili sorduğum sorulara aldığım cevaplar maalesef beni tatmin etmemişti.

waldorf felsefesiyle ilgili araştırmalarım eve döndükten sonra da devam etti.; bu felsefeyi hem ateşli bir şekilde eleştirenler, hem de ateşli bir şekilde savunanlar vardı. eleştirenler, waldorf müfredatının dinsel öğeler içerdiğini, ve Steiner in kendi yarattığı antrosopophy dininin bütün derslere ince ince işlendiğini iddia ediyorlardı. waldorf un koyu takipçileri ise, antrosopophy nin bir din olmadığını açıklıyor ve derslerde bu felsefenin etkilerinin asla olmadığını savunuyorlardı.

okuduklarımı içselleştirip kendi kafamda analiz ettikten sonra, müfredatın içinde dini öğelerin olduğunu bende kabullendim. ama bu dinsel öğeler, benim inanç sistemime ters değildi. Steiner insanın sadece fiziki boyutu değil, ruhani boyutu olduğunu da savunuyordu. o yüzden anaokulundan başlayarak, gözle görülmeyen bu ruhani boyutun çocuklara kazandırılması/gösterilmesi gerektiğine inanıyorlardı. ilkokul müfredatının temelini de bu amaca yönelik hazırlanmış hikayeler oluşturuyordu. dini öğelerin en göze çarptığı bölüm ise, üçüncü sınıfta okutulan eski incilden alınan hikayelerdi. zaman içerisinde bu hikayelerin çoğunu inceleme fırsatı bulacak, ve çocukların inanç dünyalarını kökten sarsabileceğiyle ilgili düşüncelerim de tamamen ortadan kaybolacaktı.

fakat o dönemde okuduklarım ve gözlemlerim beni waldorf konusunda ikilemde bırakmıştı. bir taraftan gördüklerimin etkisinden kurtulamıyor, diğer taraftan ise eleştirileri görmezden gelemiyordum. tam da bu ikilemlerin ortasındayken, “waldorf (inspired) homeschoolers” (waldorf’tan esinlenerek evde eğitim yapanlar) adında bir yahoo grubu keşfettim.  bu gruba hemen üye oldum ve yavaş yavaş paylaşılanları okumaya başladım. benim en çok ilgilendiğim, waldorf la ilgili yapılan paylaşımlardı. evde eğitimle ilgili okuduğum makaleler de vardı, fakat o ana kadar, aklıma yatan bir alternatif olarak ön plana hiç çıkmamıştı. zaten o dönemlerde, evde eğitim ve okulsuz öğrenme arasındaki farkı da çok net olarak anlamış değildim.

bu grupta paylaşılanları okumaya başladıktan sonra,  waldorf pedagojisinin çocukluk yıllarında en güzel evde uygulanabileceğine dair inancım da artmıştı. bu pedagojinin uygulamalarının benim anladığım dört önemli ayağı vardı (ilkokul öncesinde); günlük rutin, serbest oyun, estetik bakışın sanat, müzik ve hareket(dans) ile geliştirilmesi ve çocuğun ruh boyutunun gelişmesi için anlatılan masallar. ilkokul döneminde ise bunlara ilaveten, sabah işlenen 2-3 saatlik ana dersler ekleniyordu. takip ettiğim forumlarda, evde eğitim yapan annelerin deneyimlerini okudukça kendi evimizi ve yaşantımızı da waldorf felsefesine uygun olarak yeniden düzenleyebileceğimize olan inancım arttı. zaten internet üzerinden paylaşılan yüzlerce kaynak vardı, masallar, elisleri, şarkılar, vs. istediğim her şeye forumlar üzerinden ulaşabiliyordum. kısa bir süre öncesinde de televizyonumuzu bağışlamış ve çocuklarımızın estetik bakışını, ve hayal dünyasının gelişmesini zedeleyen oyuncakları evimizden arındırmıştık.

waldorf okulunun birinci sınıfı ve akademik çalışmalar 7 yasında başlıyordu. eğer almila yı bir sene okula göndermezsek, o bir sene içerisinde waldorf pedagojisi üzerine araştırmalarıma devam ederek bu felsefeyi daha iyi öğrenme fırsatı bulabilir, hem de almila ya daha özgür bir oyun ortamı verebilir, onunla duygusal bağımızı güçlendirebilir, doğada ailece daha çok vakit geçirebilirdik. eğer waldorf felsefesinin bize uygun olduğuna karar verirsek, yine bütçemize uygun daha küçük bir kasaba araştırabilir, ve almila da waldorf okuluna sene kaybı olmadan birinci sınıftan başlayabilirdi.

bütün bu düşünceleri içselleştirmem elbette zaman aldı ve bunun üzerine kafa yordukça ev eğitiminin oldukça mümkün olduğunu farketmeye başladım. artık bu noktada daha fazla bilmek ve öğrenmekten ziyade içgüdülerimizi ve kalbimizin sesini de dinlemeye ihtiyacımız vardı. yavrularımız için en iyisine karar verdiğimize inanarak bir çok yanlış yapmış, ve onların dünyalarını, kendi ideallerimiz ekseninde kurmaya çalışmıştık. şimdi geri çekilme zamanı gelmişti. önümüzdeki bir sene boyunca bütün bu hatalarımızı telafi etmek için elimizde bir fırsat vardı. bu noktada yavrularımıza, akademik çalışmaların yapıldığı bir okul değil, onlara özgürce oyun oynayabilecekleri, kaygı duymayacakları, duygularını bastırmayacakları bir ev ortamını vermeye ihtiyacımız vardı.

ben ve bülent o zamana kadar kendimizi işlerimize adamıştık. ben doktora dersleri , araştırma görevliliği ve tez arasında bulduğum vakitlerde çocuklarıma annelik yapmaya çabalıyordum. bülent ise henüz yeni yeni oturtmaya başladığı kendi işini geliştirebilmek için uzun saatler boyunca çalışıyordu. kendimi almila nın okul araştırmalarına adadığım o dönemde, yine okuduğum bir kitap (radical homemakers) ve takip ettiğim bazı bloglar (clean, fimby, soulemama, the parenting passageway , rhythm of the home ) bana bir taraftan ev eğitiminin mümkün olabileceğini; ve diğer taraftan meslek ve kariyer dışında, maddi olanaklar sağlamak ve hayatımızı idame ettirebilmek için alternatif bir yaşamın da tercih edilebileceğini göstermişti.

halbuki bunun bir “tercih” olabileceğini daha önce hiç düşünmemiştim.

belki de ilk defa hayatımızı değiştirebilme gücünün aslında kendi ellerimizde olduğunu, bunu bir başkasının bizim için yapamayacağını da hissetmeye başlamıştım. hayatımızın akışını değiştirmek için ihtiyacımız olan, biraz umut, biraz kararlılıktı ve elbette gayret göstermekti. bu bizim elimizdeydi.

ve nihayet o gün geldi. benden nasıl çıktığını hala anlayamadım bir netlikte, o kelimeler dilimden dökülüverdi:

“bülent, almila yı okula göndermesek nasıl olur?”

okuduklarım ve öğrendiklerim,  düşünsel olarak beni belli bir noktaya taşımıştı. lakin daha önce evde eğitim konusu, ne gündemimize girmişti ne de bunun üzerine tartışmıştık. bülent e içimde uzun süredir biriktirdiğim her şeyi bir solukta anlattıktan sonra gözlerinin içine baktım. sanırım o anda gözlerimde tedirginlikten çok yeni bir kıta keşfetmiş gibi büyük bir heyecan vardı, içim umut doluydu. ve bülent de bunu hissetmiş olmalıydı. hiç tereddütsüz, ve sanki o da hep bu ani bekler gibi;

“olur, göndermeyelim” dedi.

nasıl vardığımızı şu anda bile tasvir edemediğim o noktaya varır varmaz sanki üzerimizden büyük bir yük kalktı. aylardır böyle ferah bir an yaşadığımı hatırlamıyordum.

kalbimizden dilimize dökülen iki cümleyle, aslında bütün hayatımız değişmişti, ve biz henüz bunun farkında dahi değildik.

 

bundan sonra:

okulsuzluk- 8. bölüm : okulsuz ilk iki yıl…

okulsuzluk – 9 bölüm: geriye dönüş yok…

okulsuzluk- 10. bölüm: okulsuz hayat için düzenlemeler ve ev hayatı…

okulsuzluk- 11. bölüm: yasal olarak “evde eğitim”

okulsuzluk- 12. bölüm: ya sonrası?

okulsuzluk- 13. bölüm: doğru bilinen yanlışlar ve sık sorulan sorular

okulsuzluk – 6. bölüm: alternatif arayışlar devam ediyor…

uzun bir düşünme döneminden sonra yine waldorf okulunu en güçlü olasılık olarak masaya yatırdık. belki daha sıcak bir iklimde, yaşam koşulları çok pahalı olmayan başka bir şehirde, başka bir waldorf okulu bulabilirdik. taşınmak, yer değiştirmek;   bülent ev ofisi üzerinden çalıştığı ve ben de doktora eğitimimi o aralar dondurduğum için bir seçim olabilirdi. daha önce bunu defalarca düşünmüş, fakat her seferinde biraz sonra anlatacağım sebeplerden dolayı vazgeçmiştik. çocukların eğitimleri ve okul hayatları da işin içine girince, neden olmasın diyerek harekete geçtik.

karlarla kaplı bir kış günü yola çıkıp, sekiz saat sonra önümüzdeki beş günü geçireceğimiz otelimize vardığımızda gece yarısını çoktan geçmişti. yolculuktan önce,  civardaki bütün waldorf ve montessori okullarından ziyaret için randevu almıştım. zaten bölgede sadece bir tane waldorf okulu vardı ama montesssori okullarının sayısı oldukça fazlaydı.

waldorf okulu bizi hayal kırıklığına uğratmadı. aradığımız her şeyi ve fazlasını burada da bulabilmiştik. okul ücretleri yine pek mantıklı görünmüyordu. eğer karar verirsek; dişimizi tırnağımıza takıp çalışır ve bu hayali gerçekleştirmek için çabalayabilirdik. zaten ziyaret ettiğimiz montessori okullarında umduğumuzu bulamamıştık. hemen hepsinde akademik çalışmalar yoğun bir şekilde ön plana çıkarılmıştı. elimizde pek fazla bir seçeneğimiz de kalmamıştı.

fakat hiç beklemediğmiz bir sürpriz bizi bekliyordu. listedeki bütün okulları ziyaret ettikten sonra geriye, 6. sınıfa kadar devam eden küçük, kendi halinde bir montessori okulu daha kalmıştı. bülent; madem bu kadar yol geldik , bu okulu da gezelim diyerek randevu aldı. okuldaki turumuz ana sınıfları bölümünden başladı. öğretmenlerden biri,  sınıfın tenha bir köşesinde 5-6 çocuğa kitap okuyordu, diğer çocuklar az uzakta, gruplar halinde oyunlar oynuyorlardı. okulun sıcak, mütevazi bir atmosferi vardı. çocuklar sakin, huzurlu ve mutlu görünüyorlardı. ana sınıfında gördüğümüz iki öğretmenin ikisi de farklı milletlerdendi. bu çok hoşuma gitmişti; hatta öğrenciler de çeşit çeşitti, bariz bir beyaz üstünlüğü yoktu.

ana okulu sınıflarını bitirdikten sonra okulun dış alanlarını gezmeye başladık. içinde piknik masalarının olduğu bir bahçeden geçerken öğretmen masaları işaret ederek burası bizim yemek salonumuz dedi. ben ne demek istediğini anlamadığım için yüzüne baktım; bana bütün öğrenci ve öğretmenlerin yaz-kış, hatta en soğuk günlerde dahi dışarıda yemek yediğini açıkladı. o anda içim kıpır kıpır olmuştu bile. daha sonra ilkokul bölümlerini de gezme fırsatı bulduk. 1-3. sınıf ve 4-6. sınıf olmak üzere iki ilkokul grubu vardı. binanın ilkokul tarafı oldukça aydınlık ve renkliydi. çocuklar yine özgür bir şekilde tek başlarına veya gruplar halinde kendi projeleri üzerinde çalışıyorlardı. öğretmenler işleriyle meşguldü. öğrenciler bir taraftan çalışırken, diğer taraftan kendi aralarında sohbetler edip, gülüşüyorlardı.

sınıflarda en çok dikkatimi çeken müzik aletlerinin çokluğu olmuştu. sanat aktiviteleri için de geniş, ferah, bakımlı, ve materyal açısından zengin bir oda ayrılmıştı. daha da önemlisi bütün çocukların gözlerinde daha önce waldorf okulları dahil hiç bir okulda görmediğim bir ışıltı vardı. aslında her girdiğim okulda çocukların gözlerine bakmayı adet edinmiştim. evet bu okulda hissettiğim tam anlamıyla mutluluktu.

öğretmenlerle konuştuktan sonra bunun sebebini biraz daha iyi anladım. evet, okulun takip ettiği bir müfredat vardı. ve çocuklar bu müfredat kapsamında üzerlerine düşen bütün çalışmaları her gün yerine getirmek zorundaydılar. fakat günlük çalışmalarını (okuma, yazma ve matematik konularında) bitirdikten sonra (ki bu max 2 saati geçmiyordu), geri kalan zamanlarını kendi projeleri ve ilgileri doğrultusunda harcayabiliyorlardı. müzik ve sanat eğitimi waldorf kadar etkili olmasa da günlük müfredata ince ince işlenmişti. üstelik farklı yaşlar bir aradaydı ve bu okulda değerlendirme de (not, karne vs) yoktu. bütün beklentilerimizi yan yana koyunca idealize ettiğimiz alternatif tanımına oldukça yaklaşmıştık. hatta bu okul bize waldorftan çok daha yakındı. okulun iki çocuk için ücretlerini de öğrenince neden olmasın diyebileceğimiz bir noktaya varmıştık.

okul ziyaretlerini bitirdikten sonra civarı ve müzeleri de keşfetmeye karar verdik. potansiyel olarak değerlendirebileceğimiz, içimize sinen iki okul bulabildiğimize göre; neredeyse 7-8 senemizi geçirdiğimiz ve kalple bağlı olduğumuz şehrimizi terkedip taşınacağımız bu yeni ortama daha kalıcı bir gözle bakmaya başlayabilirdik.

üzerinde düşündüğümüz okullar; üç büyük şehirin bağlantı noktası olan bir bölgedeydi. bu bölgede ulaşım büyük otobanlar üzerinden sağlanıyordu. ve maalesef sürekli bir kargaşa ve hızlı akan bir yaşam hali vardı. bir yerden diğer bir yere varabilmek için kendimizi her seferinde çıkmaz bir trafiğin ortasında buluyorduk. buna pek alışık olduğumuz söylenemezdi. bizim kasabamız böyle değildi, huzurlu ve sakindi. ulaşmak istediğimiz her yere kısa bir sürede varabiliyorduk. hatta şehirdeki en uzak noktaya gitmemiz trafikle en fazla 15 dakikamızı alıyordu. çocuklar istedikleri saatte özgür bir şekilde sokakta oynayabiliyorlardı. civar mahallelerdeki bir çok çocuğun okula veya havuza, tek başlarına bisikletle gittiğine her gün şahit oluyorduk.

o an düşüncelerimiz; çocuklarımıza küçük bir şehirde verebileceğimiz gerçek anlamda bir özgürlükle;   büyük şehirde sadece bir bina içinde verebileceğimiz özgürlükleri kıyaslama arasında gidip gelmeye başlamıştı. zihnimiz en doğru kararı vermek için çabalıyordu.

kendi yaşadığımız şehir, bütün ülkedeki suç istatistiklerine bakıldığında, en düşük oranlara sahipti. şehrimiz aynı zamanda yabancı öğrencilere de ev sahipliği yapan bir üniversite kasabası olduğu için; farklı milletlerden insanlar bir arada yaşıyordu. dolayısıyla farklılıklara gösterilen saygı da üst seviyedeydi. ekonomik olarak giderlerimiz büyük şehirlere göre oldukça azdı. bütün bu sebeplerden dolayı özgürlüklerimizden vazgeçmek bana pek mantıklı gelmiyordu.

lakin öyle de oldu. büyük şehirlerin gelecek vaad eden; her türlü kariyer olanaklarına, kültürel etkinliklere, aktivitelere, eğitim olanaklarına, müzelere ev sahipliği yapan ışıltılı fakat bir o kadar da karmaşık hali, bizi vereceğimiz bu karar üzerine yine derin düşüncelere itti.

belki de aradığımız bir okul değil kendimizi ve çocuklarımızı dinleyebileceğimiz sakin ve sıcak bir yuvaydı. o gün dönüş yolculuğunda kafamı meşgul eden soru nihayet dile geldi. bülent’ e döndüm ve şöyle sordum:

“biz bu karmaşa içinde her gün saatlerimizi harcamaya hazır mıyız? “

açıkçası o beş günün sonunda evimdeki huzuru çoktan özlemeye başlamıştım.

nedense büyük bir heyecanla açılan bütün kapılar ardı ardına kapanıyordu. belki en büyük sebebi bizdik. ya da henüz farkında olmadığımız bir güç bize yol gösteriyordu. biraz deli cesareti , biraz kararlılık ve biraz da hayallerimizin peşine düşerek çocuklarımızla mutlu olacağımız başka bir hayat kurabilirdik. ama olmuyordu. dilimiz olur demiyordu. haydi taşınalım diyemiyorduk. okulların başvuruları için deadline lar yaklaştıkça kendimizi daha büyük bir çıkmazın içinde buluyorduk.

 

bundan sonra:

okulsuzluk – 7. bölüm : çocuklar okula gitmeseler, ne dersin?

okulsuzluk- 8. bölüm : okulsuz ilk iki yıl…

okulsuzluk – 9 bölüm: geriye dönüş yok…

okulsuzluk- 10. bölüm: okulsuz hayat için düzenlemeler ve ev hayatı…

okulsuzluk- 11. bölüm: yasal olarak “evde eğitim”

okulsuzluk- 12. bölüm: ya sonrası?

okulsuzluk- 13. bölüm: doğru bilinen yanlışlar ve sık sorulan sorular

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.