okulsuzluk yolculuğum… ( birinci kısım)

okulsuzluk yolculuğum… ( birinci kısım)

kulaklarımda yine aynı ses yankılandı…

son yolcu kalmasın, otobüs 5 dakika içinde hareket ediyor.

tam çayımı keyifle yudumlayıp yüzüme vuran rüzgarın keyfini çıkarırken olacak iş miydi bu? otobüse bindiğimden beri sanki bir çift göz sürekli beni gözlüyor, ve molanın keyfini çıkarmaya başladığımı farkeder etmez; “mola bitti, bu kadar” diyerek ve üstelik sanki sadece benim gözümün içine dik dik bakarak haber veriyordu.

belli belirsiz bir ses tonuyla homurdana homurdana koltuğuma oturdum. uzun yolculuklar için artık daha konforlu otobüsler üretiliyordu. bindiğim otobüste onlardan biriydi. önümde yolculuğun sonuna kadar beni eğlendirecek full video sistemim, ve oldukça rahat bir koltuğum vardı. üstelik bitirmek zorunda olduğum işlerim, ve okunacak kitaplarımla sıkılmaya vaktim dahi olmuyordu. biraz iş, biraz müzik, biraz film, biraz oyun ve biraz uyku derken bir bakmışım bu uzun yolculuk bitivermiş olacaktı.

şu ana kadar her şey yolunda devam etmişti. otobüsteki yolcularla da iyi anlaşmıştık. çoğumuz, bu uzun yolculuğun sonuna kadar birlikte olacağımızı anladığımızdan birbirimize destek olmaya bile başlamıştık. arada molalarda yolculuğun uzunluğundan şikayet edecek olan olursa sanki sözleşmiş gibi hep bir ağızdan “son”a az kaldığını vurguluyor, varacağımız noktanın ve sabrımızın bizim için mükafatlarla dolu olacağından bahsederek yüreğine ve belki farketmeden kendi yüreklerimize su serpiyorduk. üstelik bizi seven herkes o gün bizi karşılamak için orada bekliyor olacaktı. sabırsızlığın, küsmenin ve şikayet etmenin hiç birimize faydası yoktu.

moladan sonra, otobüs yavaş yavaş hareket etmeye başladı. nedense o gün içimde, derinlerden gelen bir sıkıntı vardı. canım ne çalışmak ne de kitap okumak istiyordu. biraz uyuklasam diye düşündüm…fakat gözümde uykudan eser yoktu. kafamı otobüsün camına dayadım, dışarısını izlemeye başladım. günlerdir uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında ilerliyorduk. ilk günler bana oldukça korkutucu gelen bu bozkırlar, başımı o yöne doğru çevirmediğim ve önümde işim ve eğlencemle ilgilendiğim sürece beni rahatsız etmiyordu. ama o gün farklıydı. gözlerimi otobüsün camından dışarı doğru kilitlemiş, bozkırların yalnızlığını hissetmek ister gibi uzaklara dalıp gitmiştim. bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum, belki beş dakika belki bir saat, ama bana bir ömür geçmiş gibi geldi. nedense birden bire, sanki ansızın çölün ortasında su görmüş gibi gözlerimi oğuşturmaya başladım. minik bir ceylan sürüsü ileride, otların arasında koşuyordu. nasıl da muhteşem bir güzellikti bu. hemen şöföre seslendim, biraz yavaşlayın, bakın bir ceylan sürüsü var, az ileride. hey, kaptan! biraz yavaşlar mısınız? kendi sesimi yalnız kendim duyar gibiydim. otobüsteki herkes kendi işine dalmıştı, ceylan sürüsünü farkeden kimse yoktu. bir kaç kişi sanki kafasını kaldırır gibi olmuştu, belki görmüşlerdi ama hafifçe gülümseyip işlerine geri dönmüşlerdi. otobüs şöförü ise yola tam gaz devam ediyordu. sanki elimin altından bir mucize kayıp gitmişti. aklım o ceylan sürüsüne takılıp kalmıştı. o derin sessizliğin içinde nasıl da özgürce koşuyorlardı. kim bilir koşarken rüzgarı nasıl da güzel hissediyorlardı. duygularım karmakarışık olmuştu. yüreğimi bir hüzün kapladı. bu arada güneş de yavaş yavaş batmaya başlamıştı. otobüsün ön koltuğunda oturduğumdan şöförün yan aynasını da rahatlıkla izleyebiliyordum. aynadan güneşin ardımızda yavaş yavaş kaybolduğunu farkettim. az sonra güneşin ufuk çizgisinde kaybolmasıyla, yine mucizevi güzellikte bir gün batımı sahneye çıktı . gökyüzü, hayatımda hiç görmediğim ve belki de bir daha asla göremeyeceğim farklı renklerin sihirli çoşkusuna boyandı. tarif edilemez bir anı yaşarken, yüreğim kıpır kıpır heyecanla çarpmaya başladı. tam şöför bey diye seslenecektim ki etrafıma baktığımda yine aynı manzara ile karşılaştım. otobüs son hız yoluna devam ediyordu, beni benden başka hiç kimse duymuyordu.

o akşam nedendir bilinmez gözlerimin kenarında iki damla yaşla uyudum. yaşadığım anlar sanki yolculuğumun da bir dönüm noktasıydı. günler günleri kovalıyordu ama yolculuk artık aynı keyfi vermiyordu. yolda olmak istiyordum ama otobüsün içinde olmak bana azap vermeye başlamıştı. molalarda herkes otobüsten inip bir kaç masanın etrafında toplanıp günlük telaşelerini paylaşırken, ben camdan dışarıyı izlediğim o büyülü anların etkisiyle her geçen gün kalabalıktan biraz daha uzaklaşıyor ve biraz daha yalnızlaşıyordum. yol gerçekten çok uzundu ve yolculuk yolun bittigi yere kadar devam etmeliydi. ya da ben mi öyle zannediyordum?  varacağım nokta icin yolculuğa çıkmadan önce bir bilet almıştım. ve bu bileti kesen kişi bana yolculuğa istediğim noktada son verebileceğimden hiç bahsetmemişti.

ve bir gün kendime dahi itiraf etmekten korktuğum bir an geldi. ve bütün zihnimi ve yüreğimi sardı. otobüsten insem, tek başıma, hiç bilmediğim bu bozkırların ortasına iniversem ne olurdu? herkes varacağı noktaya doğru ilerlerken ben onlardan geri kalacak, hatta belki yolculugumu hiç tamamlayamayacaktım. böyle bir riski alabilir miydim? ya yolun sonunda heyecanla beni bekleyenler? beni göremediklerinde yaşayacakları hayal kırıklıkları? değer miydi?

içimde çok derinlerden gelen bir ses sürekli bana “hadi, şimdi zamanı” diyordu. bu sese daha fazla karşı koyamadım, karşı koymak da istemedim. ve sonra “o gün” geldi. bütün cesaretimi topladım. var gücümle seslendim, durun diye seslendim, inecek var!!! şöför kulağının dibindeki çok desibelli sesin kulak zarına yaptığı ani etkiyle frene basmış, otobüsteki herkes korkuyla yerinden zıplamıştı. elimi kaldırarak tekrar seslendim. “durun lütfen, ineceğim” ….

herkesin şaşkın bakışları arasında, elimde küçük bir bavulla otobüsten indim. herkes “yapma, çok az kaldı, pişman olacaksın” diye fısıldıyordu, “kendini bilinmezliğin ortasına bırakma, yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin.”

ama hayatımda hiç olmadığım kadar kararlıydım.

otobüsten indim.

hem de dört tarafı uçsuz bucaksız bozkırlarla kaplı bir bilinmezin ortasına.

baharın habercisi

baharın habercisi

dün bizim buralarda dağ sıçanı günüydü (groundhog day) . halk inanışına göre eğer dağ sıçanı şubatın ikisinde yuvasından çıktığında hava bulutluysa bahar erken gelirmiş, eğer hava güneşliyse dağ sıçanı gölgesini görüp inine geri kaçacağından, kış altı hafta daha sürermiş. ve dün dağ sıçanı gölgesini görmemiş :).

biz bu şirin hayvanın gölgesine güvenip güvenemeyeceğimizi düşüne duralım, şubat ayı geçtiğimiz hafta sonu bize baharı getirdi bile. son üç gündür, pazar günü başlayan ılık ve güneşli havayla birlikte neredeyse her günü dışarıda geçirdik. baharın kokusunu hissedince temizleme, derleme, toplama içgüdülerimiz de hemen yüz üstüne çıkıverdi. fırsat bu fırsat, soğuk kış günlerinde planladığımız projelere ufak ufak el atmaya başladık.

okulsuz eğitimle birlikte evde üretmek de günlük yaşamın bir parçası haline geliyor, ve çoçuklar büyüdükçe, onların ve elbette bizlerin de sürekli değişen ihtiyaçlarına cevap verebilmek için de yeni projeler geliştiriyoruz. o yüzden evdeki demirbaş bir kaç eşya dışında herşey yeri degiştirilebilir şekilde düzenliyoruz. ekonomik açıdan bize yük getirmemesi için de ihtiyaçlarımızı genelde ,eğer aciliyeti yoksa, eskicilerden arayarak veya elimizdeki eşyaları tekrar gözden geçirip başka amaçla yeniden kullanıma açarak gideriyoruz. en zevklisi ise kendi projemizi hayal edip onu sıfırdan ortaya çıkarmak oluyor.

bu projelerden birini geçtiğimiz haftasonu gerçekleştirdik. çoçuklara çalışma odası olarak ayarlanan arka odaya bu kış başından beri kimse uğramıyordu. bunda çoçukların sağdan soldan taşıdıkları eşyaların sürekli o odada birikmesi, ve masaların üzerinde projelerin zamanla yığılmasının da çok etkisi oluyordu. uzun süredir salonun büyük kısmını kaplayan çadırın ortadan kalkmasıyla bazı oyuncakların bir kısmını çalışma odasına transfer etmek istedik. fakat bu fikir, odanın genelde proje odası ( ya da evin en dağılma özgürlüğü olan odası) olarak kullanılmasından dolayı kimseden kabul görmeyince bülent in aklına yeni bir fikir geldi. geçtiğimiz yaz, çoçukların arkadaşlarının kalması için odaya extra bir yatak yapmıştık. fakat yatak çok nadir kullanıma açıldığı için pinterest ten aldığımız bir kaç yeni fikirle yatağın ayaklarını yükseltip bir loft hazırlamaya karar verdik. yaklaşık üç saat süren bir çalışmanın sonucunda, hem extra yatağımız ( korkuluk ekleyeceğiz :) ), hem de çoçuklar için yeni bir oyun alanı daha açılmış oldu. bende hafta başında odadaki bütün çekmeceleri ve ihtiyaç olmayan her şeyi boşaltarak odayı biraz ferahlatma çalışmaları yaptım. sonuçtan hepimiz oldukça memnun kaldık. kızlar büyük bir heyecanla bebekleri için güzel bir ev hazırladılar. hatta bennu gününün çoğunu orada geçirmeye başladı. masalar ve çekmeceler de temizlenince oldukça boşalan odayı bir müddet bu şekilde bırakmaya karar verdim.

bülent le ben fırsattan istifade çalışırken, çoçuklar dışarıda uzun uzun oynadılar. hatta arada bizimle, paltosuz ve çıplak ayakla dışarı çıkma pazarlıkları yaptılar. daha şubat ayındayız mümkün değil cevabımıza rağmen, evin penceresinden almila yı çıplak ayakla koşarken, bennu yu da üzerinde incecik bir tşörtle arka bahçede gezinirken gördüm ( ve görmemiş gibi davrandım :)) bu arada hızımızı alamayıp paskalyayı da şubat ayına taşıdık. hafta sonu üç yumurtayla başlayan yumurta boyama macerası, üçüncü günün sonunda üç karton yumurtaya ulaşmıştı. bu projeyi bende çok sevdim lakin elimizdeki bu kadar yumurtadan ne yapılır sorusu bizi bayağı meşgul etti.

önümüzdeki bir kaç gün içinde havalar yine soğuyor. ama bize yüzünü kısacık gösteren baharla birlikte yapılacaklar listesi de biraz daha uzayacak gibi görünüyor. değişime hoşgeldin demek, ürettiklerimizle biraz bizde dönüşmek, ve kendi kendimize yetebiliyor olmanın verdiği tatmini hissetmek için bence liste biraz daha uzayabilir, neden olmasın?

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.