kulaklarımda yine aynı ses yankılandı…
son yolcu kalmasın, otobüs 5 dakika içinde hareket ediyor.
tam çayımı keyifle yudumlayıp yüzüme vuran rüzgarın keyfini çıkarırken olacak iş miydi bu? otobüse bindiğimden beri sanki bir çift göz sürekli beni gözlüyor, ve molanın keyfini çıkarmaya başladığımı farkeder etmez; “mola bitti, bu kadar” diyerek ve üstelik sanki sadece benim gözümün içine dik dik bakarak haber veriyordu.
belli belirsiz bir ses tonuyla homurdana homurdana koltuğuma oturdum. uzun yolculuklar için artık daha konforlu otobüsler üretiliyordu. bindiğim otobüste onlardan biriydi. önümde yolculuğun sonuna kadar beni eğlendirecek full video sistemim, ve oldukça rahat bir koltuğum vardı. üstelik bitirmek zorunda olduğum işlerim, ve okunacak kitaplarımla sıkılmaya vaktim dahi olmuyordu. biraz iş, biraz müzik, biraz film, biraz oyun ve biraz uyku derken bir bakmışım bu uzun yolculuk bitivermiş olacaktı.
şu ana kadar her şey yolunda devam etmişti. otobüsteki yolcularla da iyi anlaşmıştık. çoğumuz, bu uzun yolculuğun sonuna kadar birlikte olacağımızı anladığımızdan birbirimize destek olmaya bile başlamıştık. arada molalarda yolculuğun uzunluğundan şikayet edecek olan olursa sanki sözleşmiş gibi hep bir ağızdan “son”a az kaldığını vurguluyor, varacağımız noktanın ve sabrımızın bizim için mükafatlarla dolu olacağından bahsederek yüreğine ve belki farketmeden kendi yüreklerimize su serpiyorduk. üstelik bizi seven herkes o gün bizi karşılamak için orada bekliyor olacaktı. sabırsızlığın, küsmenin ve şikayet etmenin hiç birimize faydası yoktu.
moladan sonra, otobüs yavaş yavaş hareket etmeye başladı. nedense o gün içimde, derinlerden gelen bir sıkıntı vardı. canım ne çalışmak ne de kitap okumak istiyordu. biraz uyuklasam diye düşündüm…fakat gözümde uykudan eser yoktu. kafamı otobüsün camına dayadım, dışarısını izlemeye başladım. günlerdir uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında ilerliyorduk. ilk günler bana oldukça korkutucu gelen bu bozkırlar, başımı o yöne doğru çevirmediğim ve önümde işim ve eğlencemle ilgilendiğim sürece beni rahatsız etmiyordu. ama o gün farklıydı. gözlerimi otobüsün camından dışarı doğru kilitlemiş, bozkırların yalnızlığını hissetmek ister gibi uzaklara dalıp gitmiştim. bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum, belki beş dakika belki bir saat, ama bana bir ömür geçmiş gibi geldi. nedense birden bire, sanki ansızın çölün ortasında su görmüş gibi gözlerimi oğuşturmaya başladım. minik bir ceylan sürüsü ileride, otların arasında koşuyordu. nasıl da muhteşem bir güzellikti bu. hemen şöföre seslendim, biraz yavaşlayın, bakın bir ceylan sürüsü var, az ileride. hey, kaptan! biraz yavaşlar mısınız? kendi sesimi yalnız kendim duyar gibiydim. otobüsteki herkes kendi işine dalmıştı, ceylan sürüsünü farkeden kimse yoktu. bir kaç kişi sanki kafasını kaldırır gibi olmuştu, belki görmüşlerdi ama hafifçe gülümseyip işlerine geri dönmüşlerdi. otobüs şöförü ise yola tam gaz devam ediyordu. sanki elimin altından bir mucize kayıp gitmişti. aklım o ceylan sürüsüne takılıp kalmıştı. o derin sessizliğin içinde nasıl da özgürce koşuyorlardı. kim bilir koşarken rüzgarı nasıl da güzel hissediyorlardı. duygularım karmakarışık olmuştu. yüreğimi bir hüzün kapladı. bu arada güneş de yavaş yavaş batmaya başlamıştı. otobüsün ön koltuğunda oturduğumdan şöförün yan aynasını da rahatlıkla izleyebiliyordum. aynadan güneşin ardımızda yavaş yavaş kaybolduğunu farkettim. az sonra güneşin ufuk çizgisinde kaybolmasıyla, yine mucizevi güzellikte bir gün batımı sahneye çıktı . gökyüzü, hayatımda hiç görmediğim ve belki de bir daha asla göremeyeceğim farklı renklerin sihirli çoşkusuna boyandı. tarif edilemez bir anı yaşarken, yüreğim kıpır kıpır heyecanla çarpmaya başladı. tam şöför bey diye seslenecektim ki etrafıma baktığımda yine aynı manzara ile karşılaştım. otobüs son hız yoluna devam ediyordu, beni benden başka hiç kimse duymuyordu.
o akşam nedendir bilinmez gözlerimin kenarında iki damla yaşla uyudum. yaşadığım anlar sanki yolculuğumun da bir dönüm noktasıydı. günler günleri kovalıyordu ama yolculuk artık aynı keyfi vermiyordu. yolda olmak istiyordum ama otobüsün içinde olmak bana azap vermeye başlamıştı. molalarda herkes otobüsten inip bir kaç masanın etrafında toplanıp günlük telaşelerini paylaşırken, ben camdan dışarıyı izlediğim o büyülü anların etkisiyle her geçen gün kalabalıktan biraz daha uzaklaşıyor ve biraz daha yalnızlaşıyordum. yol gerçekten çok uzundu ve yolculuk yolun bittigi yere kadar devam etmeliydi. ya da ben mi öyle zannediyordum? varacağım nokta icin yolculuğa çıkmadan önce bir bilet almıştım. ve bu bileti kesen kişi bana yolculuğa istediğim noktada son verebileceğimden hiç bahsetmemişti.
ve bir gün kendime dahi itiraf etmekten korktuğum bir an geldi. ve bütün zihnimi ve yüreğimi sardı. otobüsten insem, tek başıma, hiç bilmediğim bu bozkırların ortasına iniversem ne olurdu? herkes varacağı noktaya doğru ilerlerken ben onlardan geri kalacak, hatta belki yolculugumu hiç tamamlayamayacaktım. böyle bir riski alabilir miydim? ya yolun sonunda heyecanla beni bekleyenler? beni göremediklerinde yaşayacakları hayal kırıklıkları? değer miydi?
içimde çok derinlerden gelen bir ses sürekli bana “hadi, şimdi zamanı” diyordu. bu sese daha fazla karşı koyamadım, karşı koymak da istemedim. ve sonra “o gün” geldi. bütün cesaretimi topladım. var gücümle seslendim, durun diye seslendim, inecek var!!! şöför kulağının dibindeki çok desibelli sesin kulak zarına yaptığı ani etkiyle frene basmış, otobüsteki herkes korkuyla yerinden zıplamıştı. elimi kaldırarak tekrar seslendim. “durun lütfen, ineceğim” ….
herkesin şaşkın bakışları arasında, elimde küçük bir bavulla otobüsten indim. herkes “yapma, çok az kaldı, pişman olacaksın” diye fısıldıyordu, “kendini bilinmezliğin ortasına bırakma, yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin.”
ama hayatımda hiç olmadığım kadar kararlıydım.
otobüsten indim.
hem de dört tarafı uçsuz bucaksız bozkırlarla kaplı bir bilinmezin ortasına.