geçtiğimiz gün gözüme çalışma masamın üzerinde bir taş ilişti. çoçukların taş koleksiyonundan bir taş olduğunu düşündüğüm için tam alıp onların arasına bırakacakken aslında taşın onlara değil bana ait olduğunu farkettim.
tam beş sene önceydi.
taşı bana doğru uzatıp, saklar mısın? demişti…
…………
eve girdim, yine yorgunum, hem de çok…almila ve bennu ya sarıldım ve kendimi günlerdir ertelediğim uykumun ağırlığıyla koltuğa bıraktım. gözlerim açık. uyumak istiyorum ama mümkün değil. kafamda işler, güçler, bitirilmesi gereken yazılar, okunması gereken makaleler… kızlar yanıma iliştiler. tekrar sarıldık, koklaştık… uykunun ağırlığından toparlanıp bu akşam yapılması gerekenleri unutmamak için çantamı boşaltıp masamın üzerine yığdım. akşam yemeğini bitirip çoçukları uykuya yatırdıktan sonra bilgisayarımın başına geçtim. kitaplar önümde yığılı ama aklım başka yerlerde. bugün derste tartıştığımız makale aklımdan çıkmıyor. yapılan bir araştırma akademik makalelerin yarısının sadece makaleyi yazan kişi, makaleyi değerlendiren hakemler ve derginin yayın yönetmeni tarafından okunduğunu iddia ediyor. dahası yayınlanan makalelerin yüzde doksanı, yani on makaleden dokuzu, başka yayınlarda referans dahi gösterilmiyormuş. aylardır, hatta bir yılı aşkın süredir kendime dahi itiraf edemediğim düşüncelerim nedense okuduğum basit, belki de sıradan sayılabilecek bir araştırmayla birden bire netleşmeye başlıyor. araştırma yapabilmenin, ve sürekli yeni bilgilerle donatılmanın verdiği keyif bir tarafa, ismimin önünde taşıyacağım bu ünvan veya statüye ulaşabilmek için kendimden ve ailemden çaldıklarım, birbirini dengelemiyor…
danışmanıma kısa bir email yazıyorum, gönder tuşuna basıyorum.
ertesi sabah ilk email danışmanımdan geliyor: bugün mutlaka odama uğra.
danışmanımla karşılıklı oturuyoruz. ben bırakmaya karar verdim, devam etmek istemiyorum, diyerek durumu özetlemeye çalışıyorum…. yanıt; çok sert. “hayır, kesinlikle olmaz. bu kadar emeği geride bırakamazsın”… gözlerimi kaçırıyorum. bir taraftan iç sesim evet, çok emek diyerek eko yapıyor… ama o sesi hemen bastırıyorum… kararlıyım, bugün bu odadan kuş gibi hafiflemiş olarak çıkacağım. her şey bitecek… “bir danışmanla görüşmeni istiyorum” diyor…. ne danışmanı?… “sana yardım edebilir. belli ki bu kararı iyi düşünmeden veriyorsun, üniversitede psikolojik danışmanlık hizmetleri veriliyor, öğrencilere ücretsiz, konuşmanı istiyorum”… psikolojik danışmanlık mı?… oturduğum yerde koltuğa iyice siniyorum. hayır, ben kararımı verdim demek istiyorum, hatta çok eminim, son bir yıldır bugün için bekliyorum…ama…ağzımdan dökülen kelimeye ben bile inanamıyorum…
olur.
küçüçük bir odada karşısında oturuyorum. sağ tarafımda büyük bir pencere olmasına rağmen odanın hep loş bir ışığı var. karşımda oturan kadın tahminen benimle yaşıt, o da bir doktora öğrencisi. kendimi çok rahat hissetmesemde yaşlarımızın yakın olması gerginliğimi azaltıyor. kısa kısa sorular soruyor, ben de uzun uzun cevaplar veriyorum. sanırım farkında olmadan her hafta buluştuğumuz o tek gün içerisinde belki de bütün hayatımı anlatıyorum, biraz ordan biraz burdan…
haftalar geçiyor. ama nafile, konuşmak, içimi dökmek hiç bir şey işe yaramıyor. ben aynı ben… bölünmüş, parçalanmış, her şeye yetişmek isterken sınıfta kalmış… ayaklarımı sürüyerek gidiyorum. evet, konuşmak rahatlatıyor, ama çözümsüz. ben zaten çözümü buldum. kendi kafamda bitirdim. seçtiğim mesleğin bana uygun olmadığının farkındayım veya kararımın doğruluğunu sorgulamıyorum…ama..ama… az gayretle, inat etmeyip, araştırmamı biraz basitleştirerek bu işi bitirebilirim. hatta kendimi odaya kapatıp yazsam altı ayda bu işi sonuçlandırırım.
sonra herkes susar. ben dahil.
güneşli bir sabah. aradan kaç hafta geçti bilmiyorum, 6,7 belki 8? yine karşılıklı oturuyoruz. “bugün değişik bir çalışma yapacağız” diyor. tamam diyorum gülümseyerek. “sana boş bir kağıt vereceğim. bu kağıda bana kim olduğunu yazarak veya resimleyerek anlatmanı istiyorum”… elime kağıdı uzatıyor. kağıda bakıyorum. uzun uzun… nasıl bir soru bu, anlamadım. ben kim miyim?… ben benim, yani benim. ben…benim… elime aldığım boş kağıda aval aval bakmaya devam ediyorum, kafamı kaldırmadan, gözümü boşluktan ayırmadan. kağıda yazacak tek bir kelime aklıma gelmiyor, tek bir kelime… … o boşluğu dolduracak kelimeler ağzımdan çıkmıyor, çıkamıyor… gözlerimin önünde birikenler hariç. ne yapsam faydası yok. kağıdın üzerine bir damla dökülüyor, sonra bir damla, ve bir damla daha… ben kendimi toparlamaya çalıştıkça, daha da artan gözyaşlarım saniyeler içinde hıçkırıklara dönüşüyor. engel olamadığım, dağ gibi büyüyen hıçkırıklar, nedensiz, anlamsız… aradan ne kadar zaman geçiyor, bilmiyorum. belki bir asır ağlıyorum. kendimi toparlayıp kafamı kaldıracak gücü kendimde bulduğumda, karşımda oturan danışmanımın panik olmuş, ne yapacağını bilemeyen gözleriyle karşılaşıyorum. kendimi toparlamaya çalışıyorum ama nafile, gözlerimi boş kağıda çevirip “bilmiyorum” demekle yetiniyorum. “ben kimim bilmiyorum”… beni sakinleştirmeye çalışan ses panik halde çıkıyor. ” tamam, evde yazmak ister misin? bu çalışmayı eve bırakalım”. gözlerimi boş kağıttan kaldırmadığımı görünce o koltukta 1 saniye daha oturmak istemediğimi farkediyor… belki o benden daha çok istemiyor. haftaya aynı gün diyoruz. ben kaçar gibi koşarak hızlı adımlarla, dişlerimi sıkarak kendimi arabaya atıyorum. artık durmanın, engellemenin anlamı yok… hıçkırıklarla direksiyonun üzerine kapanıyorum.
yine zaman kavramını kaybediyorum. ama bu defa kendimi toparlamaya çalışmıyorum, izin veriyorum… nihayet gözyaşlarım azaldığında eve geciktiğimi farkediyorum. kontağı çeviriyorum. araba hareket ediyor. sanki gözümden akıttıklarım bütün düşüncelerimi temizlemiş, sonsuz bir boşlukta hareket ediyor gibiyim. araba ilerliyor. bu arada radyonun sesini duyuyorum. güzel bir müzik var, dinliyorum. şarkının sözlerini, melodisini duyuyorum… duyuyorum… çok ilginç. halbuki radyo hep açık. ama sanki ilk defa radyo dinler gibiyim. o anda başka hiç bir şey yok, sadece radyonun sesi ve ben. aklımın kavrayamadığı bir zaman dilimi geçiriyorum. hiç bir düşüncemin olmadığı, derin bir boşlukta sesler o kadar net çıkıyor ki, şaşkınlık içindeyim. şu anda bile, gözlerimi kapadığımda, o an hafızamda hala “o an” gibi kayıtlı.
eve vardığımda çoçuklara sarılıp hemen banyoya koşuyorum. yüzümü yıkamak için musluğu açıyorum. yüzümü yıkıyorum. fakat…yine aynı his… sanki yüzümü ilk defa yıkıyor gibiyim, sanki suya ilk defa dokunuyorum, sanki her bir su damlası yüzüme ilk kez çarpıyor…bu nasıl bir şey? kalbim hızlı hızlı çarparken gözyaşlarım yine sel oluyor. ve bütün bu anlamsızlığın, ve yokluğun içinde derinden bir ses yavaş yavaş yükselerek gün yüzüne çıkıyor. “olup biten her şey bu an’ da, oluyor ve bitiyor. öncesi de sonrası da yok” diyor. birdenbire bütün yaşamın anlamını kavramış bir heyecanla kendime tekrarlıyorum.
” hüsra, sen an’ı yaşamayı kaçırıyorsun, sen her yerdesin ama hiç bir yerde yoksun, sen seni kovalıyorsun ama ona hiç yetişemiyorsun” “halbuki sen sadece şu an’dasın”.
bir sonraki görüşmemize kadar yaşadığım bu garip farkındalık ve ruh hali beni yavaş yavaş sarmalayıp ayağa kaldırıyor. sanki önüme yeni bir hayat serilmiş. sanki ilk defa nefes aldığımın farkına varıyorum. çoçuklarımın gözlerine ilk defa bakıyorum. ilk defa etrafımdaki sesleri duyuyorum. dokunduğum eşyayı ilk defa hissediyorum. yarın ne olacak diye düşünmüyorum. hayatımda ilk defa.
bu nasıl bir özgürlük?
bir hafta sonra kapıyı çalarak içeri giriyorum. gülümseyerek danışmanımın karşısına oturuyorum. üzerimdeki farklı ruh halinin hemen farkına varıyor. boş kağıdı ona geri uzatıyorum ve ağzımdan şu kelimeler dökülüveriyor. “benim kim olduğumun hiç bir önemi yok, ben sadece şu an’dayım ve şu an’da ne hissediyorsam o’yum” diyorum ve son bir hafta içinde ofisten çıktıktan sonra yaşadığım her şeyi ayrıntılarıyla anlatıyorum. ben son cümlemi bitirdiğimde danışmanım elindeki kağıtlara bakıyor ve şöyle diyor ” halbuki bugünkü görüşmemiz için çok hazırlık yapmıştım ama hiç birine gerek kalmadı”.
haftaya son bir defa daha buluşmak için sözleşiyoruz.
en son görüşmemizde danışmanım elime bir liste veriyor. listede kitap isimleri var. hemen hemen hepsi “mindful” olmak ( yani bilinçli farkındalıkla) la ilgili. aslında biraz da şaşırıyorum. yaşadığım ve bir gün hiç farkında olmadan keşfettiğim duygular üzerine insanlar kitaplar yazmışlar. kitap önerileri için teşekkür ediyorum. ofisten çıkmadan önce elime bir taş uzatıyor. taşın neye benzediğini soruyor. taşı elimde evirip çeviriyorum ama pek de bir şeye benzetemiyorum, sonra nedense ağzımdan kablumbağa kelimesi çıkıyor, kablumbağaya benziyor diyorum. danışmanım gülümsüyor. o zaman bu taş sana kablumbağa nın yavaşlığını hatırlatsın mı? bu taşı saklar mısın? bu benzetme hoşuma gidiyor. olur diyorum, ihtiyacım olduğunda bana kablumbağa gibi yavaşlamam gerektiğini hatırlatsın.
………….
aradan tam beş sene geçmiş.
elimdeki taşı tekrar evirip çeviriyorum. kablumbağaya hiç benzemiyor ki. gerçekten de benzemiyor. neden öyle dedim bilmiyorum. ama bana hatırlattıkları ve o an lar…. hala dün gibi aklımda.
taşı masamın kenarına bırakıyorum. ve kendime her gün olduğu gibi yine hatırlatıyorum:
yavaşla. dün bitti. yarın yok.
sadece şu an var. ve ona eşlik eden bir nefes.
hepsi bu.