nerede kalmıştım?

nerede kalmıştım?

uzun bir ara verdikten sonra tekrar yazmaya dönmek zor oldu. zaten istikrarlı yazamıyordum, araya seyahatler girince toparlamak daha da zorlaştı. fakat bir yerden başlamak gerekiyor.

o halde başlıyorum. bugün. pazartesi sabahı.

günaydın.

iyi niyetlerim var. burası için. biraz düzen ve devamlılık istiyorum. hedefim haftada üç yeni yazı yayinlamak. pazartesi, çarşamba ve cuma. yazıların sıklığı artarsa biraz zorlanabilirim ama belli bir düzene girmeden de buraya dönmek neredeyse imkansız hale geliyor. kısa olsun, öz olsun, basit olsun. ve elbette bol fotoğraflı hayat hikayeleri biriksin istiyorum.

hafta sonu eski telefonumdan kurtarabildiğim yazıları buldum . başlayıp bitiremediğim irili ufaklı bir çok yazı var. bazılarını yazdığımı bile hatırlamıyorum. hatta daha önceki instagram hesabımda paylaştıklarımın bir kısmı da notlarımın içindeymiş. bütün hepsini düzenleyip blogda yayınlamaya karar verdim.

diğer taraftan burası benim için daha çok an-ı yakalamak istediğim bir köşe haline geldi. içinde hep -şimdi- olsun istiyorum. zihnimi sürekli meşgul eden geçmiş ve geleceği buraya dökersem bloğu açma amacımı sanki yitirmiş olacağım. o yüzden eski yazıların hepsini bir anda yayınlamak yerine günlük veya haftalık yazılarımın yanına ayrı bir post olarak onları da eklemeye karar verdim. bu yazıların ayrı bir yerde birikmesi için yeni bir kategori açacağım, ismine karar verince sağda görünür sanırım. aralarında okulsuzlukla ilgili bir çok notum da var.

işte böyle…

madem bu hafta umutlar ve yeni hedeflerle başladı;  inşallah iyi niyetlerimizin hepsinin gerçekleştiği, anların farkında oldugumuz,  sevdiklerimize sımsıkı sarıldığımız bir hafta olur.

*fotoğraflar aralık ve ocak aylarının kısa bir özeti…

 

 

lodoslu pazar

lodoslu pazar

bu sabah lodosla uyandık. lodos hep aynı lodos… çoçukluğumdaki gibi… gece boyu defalarca uyandırıp galiba bu sefer uçuyoruz dedirten… fakat, buna rağmen, hiç ürkütmeyen… belki beraberinde getirdiği mis kokan ılık hava, belki üzerinden sildiği sisler ve puslarla aydınlanan şehir, belki rüzgarla seyahat eden bulutlar, belki de son dansını orkestra ettirdiği sonbahar…belki dağılan saçlarım, belki uçuşan eteklerim… belki bütün şiddetine rağmen dimdik ayakta durabilmem…ya da belki hepsi…korkumu alıp dağıtan… lodosu çoçukluk anılarıma kazıyan…

bir yandan kendini hiç esirgemeden parlayan güneş, berrak bir gökyüzü, kış ortasında bulunması zor, sıcacık bir hava…diğer yandan tozu dumana katan, her esişinde ağaçları biraz daha yalnızlaştıran lodos…

çoçuklara; bugünü dışarıda geçiremeyiz, lodos çok şiddetli, başka bir alternatif bulmak zorundayız, diyorum. açıkçası iki gün önce hafif bir üşütme ve direncimin düşmesiyle vücudumu talan eden virusun hala varlığını hissettirmesi de kararımızda etkili oluyor.

ne yapalım, nasıl yapalım derken aklımıza müzeler geliyor. merinos parkina yeni açılmış tekstil, göç ve enerji müzelerini gezelim diyoruz. kalabalık olur endişesiyle pek istekli olmasak da müzeler gezi planımızda uzun süredir beklediği için, hafta sonunu kapalı bir alanda geçirebileceğimiz en mantıklı seçenek olduğunu düşünerek  toparlanıp yola çıkıyoruz. müzenin girişine geldiğimizde küçüçük bir alana sıkıştırılmış müzecikler bulacağımızı düşünürken karşımıza oldukça geniş bir alan içinde planlanmış, dünya standartlarında bir müze binası çıkıyor. üstelik girişin ücretsiz olduğunu duyunca oldukça şaşırıyoruz. tekstil müzesi, merinos fabrikasının cumhuriyet tarihindeki yerini ve akabinde yünün ipliğe ve kumaşa dönüşünün hikayesini adım adım aşamalarıyla anlatıyor. tarihin içinde yürümek her ne kadar bana ve Bülent e keyif verse de, interaktif gösterimlerin az olması ve devasa büyüklükteki makinaların işlevlerinin anlatımındaki yetersizlikler ve görsellerin eksikliği çoçukların şevkini çabuk kırıyor. önce kısa tanıtımları kendimiz okuyarak çoçuklara anlatmaya çabalasak da bir müddet sonra yetersiz kalıp sadece müzede gezinmekle yetiniyoruz. binanın ikinci katı ise ipek kozasından ipek üretimine ayrılmış. fakat bu sefer de, belki de üç çoçukla gezdiğimiz için, belki de görevi o olduğu için, peşimizde her gittiğimiz yere eşlik edip bizi izleyen görevli müdahale edip kozanın dönüşümünü anlatan bölümün içine giremeyeceğimizi, dışarıdan yürümemiz gerektiğini söylüyor. fakat gösterdikleri bölümden yürüyerek uzaktan izlemekle yetindiğimiz bir kaç aletin ne işe yaradığını anlamakta güçlük çekiyoruz. durum bu olunca kozadan ipek üretimini öğrenmek de hayal oluyor. biraz canımız sıkılıyor. bu kadar emek verilerek ve özenle hazırlanmış bir müze, yaratıcı projeler ve basit eklemelerle her yaştan ziyaretçinin ilgisini çekip keyifle öğrenebilme fırsatını vermekte yetersiz kalıyor. müzeden ayrilirken pazar günü öğle saatlerinde müzenin bizden başka ziyaretçisi olmadığını farkediyoruz. bunu da tanıtım eksikliğine atfetmekle yetiniyoruz.

binanın en üst katı göç müzesine ayrılmış. bursa şehrine milattan önce yerleşmiş farklı topluluklardan başlayarak günümüze kadar uzanan göç hikayelerini anlatıyor. göç müzesi, dioramalar ve çeşitli artifact lerin sunumlarındaki zenginlikle hemen ilgimizi çekiyor. dedeleri muhacir olan bir anne babanın evladı olarak göç ruhunu içimde hissediyorum, okudukça öğreniyor, öğrendikçe hüzünleniyorum. balkan harbi sırasında bin bir zorlukla mücadele ederek yurtlarını geride bırakıp, evlerini sırtında taşıyan ninelerim, dedelerim gözümün önünde canlanıyor. dergi küpürlerinde göç eden insanların yüz ifadelerine uzun uzun bakıyorum. yüreklerindeki acı, ve çaresizlik, eskimiş siyah beyaz fotoğraflarda bile hemen kendini belli ediyor. ben hikayelerin içinde kaybolurken, bennu da uzun uzun dioramaları seyrediyor. çok daha uzun vakit geçirebileceğimizi düşündüğümüz bu müzeden bera yı düşünerek erken ayrıliyoruz. fakat enerji müzesini de gezebileceğimiz ikinci bir ziyareti hemen planlarımıza ekliyoruz.

dışarı çıkıyoruz. lodos sakinlemiş. iyice uykusu gelen bera koşarak kucağıma atlıyor. almila arabanın içinde kitabıni okumaya dalmış. bera nın uykusunu daha fazla kaçırmayalım diye düşünüp arabaya yerleşmeye çalışırken, bennu merinos korusunun içinde diz boyu toplanmış yaprak denizini farkediyor. bizi bırakıp yaprakların içinde koşmaya başlıyor. ardından bülent… onların coşkusunu görünce bera yı kucağıma alıp korunun yanındaki banka usulca oturup onları izlemeye başlıyorum.  nihayet sütüne kavuşan bera nın da keyfi yerine geliyor, uykuyu unutup o da kendini yaprak denizinin ortasına bırakıveriyor. ardından arabadan koşarak gelen almila da kurumuş yaprakların içine kendini bırakınca takım tamamlanıyor. çoçukların gülücükleri ve mutluluğa bezenmiş bu an hiç bitmesin istiyorum…bitmiyor. çoçuklar uzun uzun oynuyor.

sonra arabaya doluşup evin yolunu tutuyoruz. lodosun alıp götürdüğü sislerin kaybolmasıyla iyice berraklaşan şehir yine kalbimi çalıyor. gözüm yanı başımızdaymış gibi hissettiğim dağın heybetli duruşuna takılıyor. bursa ovasına doğru yemyeşil uzanmış…görmek istemediklerimi görmüyor gönül gözüm…memleketimi doya doya içime çekiyorum.

lodoslu bir pazar boyle geciyor.

ardında bıraktığı duruluğun suküneti ile

hayatlarımıza dokunup gidiyor.

 

 

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.