bursa da yolculuk…

eskiden de severdim,  hala seviyorum… ulu cami ye doğru çıkan yollarda kaybolmayı…aslında bursa da bütün yollar ulu camiye çıkar, ya da bana mı öyle gelir bilmem…ve sonra kalabalıkların içinde kaybolmak…nefes aldığımı hissetmek…çok iyi gelir, büyük bir yaşam enerjisi dolar içime…ve sonra aylarca kabuğuma çekilebilirim…sonra yine iç daralmalarım başlar ve o anlarda bursa dan başka bir yer gözümün önüne gelmez, özlem hep o yönde birikir durur…

ve sonra gözlerimi kapatırım. minik pencerelerinden içindeki seslerini işittiğim, kokularını duyduğum evlerin olduğu dar sokaklardan yukari doğru yol almaya başlarım. sokaklar bazen o kadar daralır ki iki kişi yan yana zor geçer. sanki evler evlerin içinde. kadınlar hep kapı diplerinde oturur. evler tek katlı. çocuklar ise hep özgür… çocuklar hep neşeli… çocuklar hep merakli. bu minyatürvari dünyanin içinde ilerlerken arada belki de ninemin ninesi zamanından kalma evler gözüme çarpar, yıkıldı yıkılacak gibi durur ama içinden ya televizyon sesi duyulur, ya da tülleri pencerenin dışına doğru hafif hafif salınır. insan ister istemez yıkıntıların arasından gelen bu yaşam ışığına şaşırır. şaşkınlığımın etkisiyle sanki adımlarım daha bir yavaşlar. her seferinde yavaşlar.

sonra köşe başlarında hep bir çeşme çıkar karşıma, altın renginde bir musluğu vardır ve su hep akar… su hep ama hep akar. yol kıvrıla kıvrıla az yokuşlarla yukarı doğru devam eder, çeşmeler de peşi sıra…

ve köşe başında minik bir cami bekler beni, kısa minareli, hep kırmızı taşlı, bahçesinde irili ufaklı her şekilden eski mezar taşları… kimler uyur, kimler nöbet tutar, kimler dua eder? onlar varsa yolculuk devam ediyordur… yollar yokuş  yukarı devam eder…

ve sonra çarşının sesleri duyulur. sağda yorgancılar, solda meşrufatçılar, az ileride çantacılar, köşeyi döndük mü babamın terzisi. tayakadın fırınından cevizli lokumun kokuları gelmeye başladı bile. pazarın sesleri de uğuldar gibi yükselmeye başlar. ben hiç gocunmam… türkü misali, severim kalabalıkların uğultusunu, bana yaşadığımı hisettirir. ve o anda bedenim sanki zihnimden ayrılır…ayaklarım kalabalığın içinde bütünün bir parçası gibi hareket etmeye başlar, herkes nereye onlar oraya…

bursa da pazardan sonra herkesin yolu aynı yere çıkar.  zihin susar, ayaklar konuşur…ve onlar nereye gideceğini bilir.

o seni bekler, avlusuyla kucaklayana kadar bekler.

ve benim yüreğimde bu yolculuk hiç bitmez.

gözlerimi kaparım ve yokuş yukarı çıkmaya başlarım… yavaş, yavaş.

P.S. bu yazının fotoğrafları eksiktir, yoktur. bursanın yüreğine hançer vurulmuş, fotoğrafları artık içimde gizli.

bennu’nun doğumgünü

bennu’nun doğumgünü

Çoçukların doğumgünleri yaklaştığında kafamda binbir gece masalları türünden hayaller uçuşmaya başlıyor: pastamız, hediyeler, süsler, elbisemizin rengi, kumaşı, modeli vs derken yapılacaklar listesi uzadıkça uzuyor. Sanırım en çok da bu hayal etme kısmını seviyorum. Lakin doğumgünü tarihi yaklaştıkça liste kısalmaya başlıyor. Elbette yaptım, bitirdim, hazır türünden bir kısalma değil, aman Allah im doğumgününe çok az kaldı, listeden üç en önemli konuyu seç ve hemen başla türünden bir kısalma… Öyle de oluyor, mesela yeni bir kek aramanın ve denemenin vakti değil diyorum; iki kalıp sünger kek pişiriyorum , arasına pastaci kremasi ve bol çilek, üzerini de tereyağ kremasıyla sıvadık mı tamamdır. Doğumgünü elbisesi?…  ondan vazgeçemem. zaten annecik gectiğimiz üç ay hastalıklarla boğuşmaktan dikiş makinasının yanına yaklaşamamış, özlem sona ermeli diye düşünüyorum, doğumgünü bahane. Ama elbisenin modeli basit olmalı… Happy Homemade den bir model seçiyorum. Sonra gözüme Nani Iro nun çift gauze den yapılmış renkli puantiyeli bir kumaşı takılıyor. Kumaşı hangi amaçla aldığımı hatırlıyorum, keyfim kaçıyor… sonra babamın  biz küçükken bayramda diktiği elbiseler aklıma geliyor, katlı ve puantiyeli… Ne çok severdim…Bennu nun da benim gibi puantiyeli bir elbisesi olsun istiyorum. Fazla nostaljiye kapılıp anıların içinde kaybolmadan kafamdaki orijinal planı iptal ederek kumaşı raftan çıkarıp masaya koyuyorum.  Çocuklar uyurken bir gece kesiyorum, diger gece dikiyorum, basit bir elbise ama yakasına ipek  bir kurdela geçirdiğimde yüzümde kocaman bir gülümseme beliriyor, bu elbiseyi Bennu sevecek, eminim… peki süsler? … Geçen senelerde diktiğim kumaş ve kağıt süsleri tekrar tekrar kullanmanın keyfine diyecek yok, biraz tamir ve bir kaç yer değiştirmeyle bu iş de kısa sürede sonlanıyor. Ya hediyeler? … O iş zor görünüyor. Aylar once anneye siparişi verilmiş bir bez bebek. Geçen sene diktiğim Papatya nın erkek versiyonu, ismi Ali ymiş. Bavulu bile hazırmış… Papatya onu büyük bir heyecanla bekliyormuş, düğünleri olacakmış. Amma… Nerden baksam elbiseleriyle birlikte minimum 20 saat sürecek. Hemen parmak hesabına başlıyorum, Bera nin uyku saatlerini topluyorum, gece 1-2 saat uykusuz kalmayı da göze alıyorum…ıhh ıhh,  hesap ortada. Kendimi hızlıca toparlıyorum. Almila ya ilk aldığım bez bebeğin  Brezilya da bir kadin kooperatifi tarafindan etik şartlarda ve adil ücretlendirmeyle yapıldığı aklıma geliyor.  Bebeği fazla vakit kaybetmeden ısmarlıyorum. İçime pek sinmiyor, nedense kendimi rahatlamış hissetmiyorum.  Durumu Bennu ya anlatıyorum, yüzü asılıyor, çünkü bebek Papatya ya degil Gül e benziyor. Evin içinde turlar atiyor, düşünceli gorunuyor, bir müddet sonra koşarak geliyor, gözlerinin içindeki ışıltılar geri gelmiş. Bebeğin ismi Adem olsun, Papatya yla değil, Gül’le evlendirelim diyor. Tamam diyorum. Gülümsüyorum ama yine de çok sevinemiyorum, sanki bir şeyler eksik kalıyor, bu kadar çabuk kabullenmeseydi, ısrar etseydi, belki yetiştirirdim diye iç geçiriyorum. Listeye göz atıyorum, Almila nin da gönlü olsun diye ona uzun süredir söz verdigim çanta gözüme çarpıyor… model ve kumaş aklimda, hatta kalıplarını da çok uzun zaman önce hazırlamıştım, bir değil iki tane diksem, olur mu? Olur. Türkiye seyahati öncesi çok da kullanışlı olur, cocukların bavul taşımaları yerine içi geniş bol hazneli cantalarının olması fikri  hoşuma gidiyor. Lakin evdeki hesap çarşıya pek uymuyor, çantalar bitiyor bitmesine de anne her doğumgününde olduğu gibi iki-üç gece uykusuz kalıyor. Galiba her yeni doğumgününde uykusuz kalacağını da biliyor… Uykusuzluk anı geldiğinde de bir şeyler üretebilmenin, çocuklarının gözlerindeki ışığı hayal etmenin, ve belki de gecenin sessizliğinde kendini dinlemenin keyfini çıkarıyor.

Ve “sonra” geliyor…

Bir doğumgünü masalı daha basliyor…

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.