yaşayan kütüphaneler…

yaşayan kütüphaneler…

kütüphaneye dair ilk anılarım, erken çocukluk dönemlerimde, salonumuzun duvarlarının neredeyse tamamını kaplayan ev kütüphanemizin ekseninde oluşmaya başladı. kitaplığımızın raflarında her daim karıştırılabildiğimiz çeşitli ansiklopediler, kitaplar, dergiler, gazeteler ve haritalar bulunurdu. çoğu zaman, rasgele çekip çıkardığım bir kitabın resimleri içinde kaybolup giderdim. halbuki böyle bir kütüphanemizin olması, kendi sosyo-kültürel çevremizde ve ilkokul mezunu bir anne babanın evinde alışılagelmiş bir durum değildi. fakat babam, üniversiteyi bitirip ayaklarımızın üzerinde sağlam durabilmemizin çok önemli olduğunu düşünür ve yüksek okullara devam edebilmemizin, evimizde bir kütüphanenin varlığıyla mümkün olabileceğine inanırdı. bunu gerçekleştirmek için de yıllarca çalışıp emek verdi, ve her türlü bilgiye ulaşabileceğimiz zengin bir kütüphane oluşturdu. ben ve iki kardeşim, evimizde bir kütüphaneye sahip olmanın lüksüyle büyüdük.

ilkokul, ortakokul ve lise dönemlerinde mahallemizdeki devlet okullarına devam ettim. ilkokula devam ettiğim binada, sınıf kapısının hemen yanında, üzerinde kilit olan, camekanlı bir kitaplık dururdu. kitapları ödünç almak istediğimiz zaman, öğretmenimiz o kilidi acar, seçtiğimiz kitabı bize verir ve kayıt tutardı. ilkokul dördüncü ve beşinci sınıfa devam ederken, okulumuzun üst katına bir kütüphane odası eklenmişti. sınıfımızın hemen yanında olan, bu boş ve sessiz odaya girildiğini çok nadir görürdüm. zaten kapısı da hep kilitli olurdu. ortaokul ve liseyi okuduğum devlet okulunda ise, kütüphaneye dair hemen hiç bir anım olmadı. hatta muhtemelen bir kütüphane odası da yoktu. eğer vardı ise, ne gördüm, ne kitap ödünç aldım, ne de o odada çalıştım. sadece kütüphane kolu olduğum zamanlarda, siyah önlüğümün kolunun üzerinden geçirdiğim K.K. işlenmiş bir kol bandıyla gezdigimi hatırlıyorum. sanırım o yıllarda, bir çok devlet okulunda kütüphanenin varlığı sadece bir formaliteden ibaretti. dolayısıyla okul kütüphaneleriyle olan ilişkim de, bu ve benzeri bir kaç silik anıyla sınırlı kaldı.

üniversite eğitimim sırasında da, kütüphanelerle aramdaki mesafe artarak devam etti. fakültemizin kütüphanesine araştırma yapmak veya ders çalışmak için her uğradığımda, resmi, soğuk, ve mesafeli hissettiren bir atmosferle karşılaşırdım. velhasıl, bana sürekli bir huzursuzluk hali veren bu ortamdan da uzak kalmayı tercih ettim.

bugün ise, geçmişi hatırladığımda içimi en çok sızlatanın, gerçek bir kütüphane kültürüne sahip olmadan, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın geçip gitmesi olduğunu düşünüyorum.

üniversiteden mezun olduktan sonra ise eğitim hayatımda yeni kapılar açıldı. nasıl olduğunu şu anda bile idrak edemediğim tesadüfler zinciriyle kendimi Amerika nın ortasında, 200 yıllık köklü geçmişi olan bir üniversitede yüksek lisans yaparken buldum. öğrenimime devam ettiğim eğitim fakültesi, “state of art” diye tabir edilebilecek oldukça donanımlı, yeni inşa edilmiş bir binaya sahipti. okuldaki ilk günlerimde, beni en çok etkileyen aynı binadaki eğitim kütüphanesi olmuştu. kütüphaneyi keşfettikten sonra, bölümümdeki teknoloji labarotuvarımız ve burası arasında mekik dokur hale gelmiştim. kütüphanenin benim için ifade ettiği anlamlar da yavaş yavaş değişmeye başlamışti. içinde sessizce kitap okunan, karanlık, sıkıcı ve bürokrasi kokan bir bina olmaktan çıkmış; dört bir yanı yüksek camlarla çevrili, aydınlık, ferah, her türlü konfora ve güçlü bir teknolojik donanıma sahip, üstelik estetik yönü de düşünülerek tasarlanmış bir mekanı çağrıştırmaya başlamıştı. sınırsız internet ve bilgisayar erişimi sunan, arkadaşlarımızla buluşup ortak çalışmalarımızı tamamladığımız, hatta geniş koltuklarında gece ve gündüz uyuyan ve dinlenenleri görebildiğimiz üniversite kütüphaneleri, zaman içinde eğitim hayatımın da can damarı haline geldi.

ve yine aynı yıllarda halk kütüphaneleriyle tanıştım. altmış bin nüfuslu kasabamızın merkezinde, üniversite bünyesindeki akademik odaklı kütüphanelerin yanı sıra, oldukça büyük bir halk kütüphanesi de vardı. yaklaşık on bin metre kare üzerine kurulu bu kütüphane, aydınlık, ferah ve her türlü teknolojik alt yapıya sahip binası ile oldukça etkileyiciydi. fakat, üniversite içindeki akademik kütüphanelerden daha farklı bir işleyişi , düzeni ve organizasyonu vardı; burası resmiyetten uzak, daha güncel, daha insan odaklı, sanki daha çok yaşayan bir mekandı.

bu kütüphanenin alt katı, tamamen çocuklar için düzenlenmişti. kütüphaneye uğradığım zamanlarda genelde bu kata iner, bir kaç film ve belgeseli çantama yükleyerek ayrılırdım. her ziyaretimde, gözüm kütüphanede oynayan çocuklara takılırdı. o dönemlerde, kütüphanede eş zamanlı hem kitap okunup, hem de oyun oynanabilmesini, ve çocukların kütüphane binasında bu denli özgür hareket edebilmelerini oldukça radikal buluyordum. zaten, çocuk dostu ve çocuk odaklı bir halk kütüphanesi modelinin, yaşantımızda vazgeçemiyeceğimiz bir noktaya evrilmesi için de çocuklarımızın dünyaya gelmesini beklememiz gerekiyordu.

doktora öğrenimim için başka bir üniversite kasabasında devam eden yolculuğumuza, üç yıl sonra ilk çocuğumuz katıldı. onun sosyalleşmesi ve diğer çocuklarla oynayabilmesi için halk kütüphanesini daha sık ziyaret etmeye başladık. ziyaretlerimiz sıklaştıkça,   kütüphanenin kitap ödünç vermenin ötesinde, sayısız bir çok organizasyona da ev sahipliği yaptığını öğrendik. kütüphanede, çeşitli konularda halkı bilgilendirici seminerler veriliyor, çeşitli klüplere (satranç klübü, karikatür klübü, kitap klübü, lego klübü gibi ), faaliyet gruplarına (örgü, nakış, tığ işi, vs gibi) ve resim galerilerine ortam sağlanıyor, ve bilgisayar ve internete sınırsız erişim hizmeti veriliyordu. yani halk kütüphanesi insanların sessizce girip çıktığı, bir köşede kitap okuduğu, veya bir iki kitap ödünç alıp terkettiği bir mekan değildi. kütüphane, kitap sevgisi kazandırmanın, ve çok yönlü entellektüel gelişimi desteklemenin yanısıra, organize ettiği aktivite ve faaliyetlerle şehrin kalbinin attığı yer olma özelliği de taşıyordu. daha da önemlisi, aynı bölgede yaşayan insanların kültürel ve sosyal ağlarını güçlendirmek için bir çatı vazifesi görüyordu.

kütüphanenin çocuk bölümünde ise, haftanın değişik günlerinde farklı yaş grubundaki çocuklar için hikaye ve masal saatleri   ve okul sonrası aktivite programları düzenleniyordu. anne ve babalar günün herhangi bir saatinde bebekleri veya çocuklarıyla kütüphaneyi ziyaret edebiliyor; bazı ebeveynler çocuğuyla bir köşede kitap okurken, bazıları çocuklarıyla yere oturup eğitici aktiviteler yapıyor veya sadece oyun oynuyordu. kütüphanenin bu bölümü, kuklalar, yap-bozlar, eğitim setleri, yaratıcı oyunu destekleyen oyun evleri vs gibi bir çok materyale erişim olanağı da sağlıyordu. yine aynı bölümde bilgisayar oyunu odası ve hikaye saatleri için ayrılmış iki büyük toplantı odası vardı. ve kütüphanenin verdiği bütün bu hizmetler; yani kitaplara erişimin yanında, seminerlere, sanat galerisine, toplantı odalarına, eğitim ve oyun odaklı materyallere erişimin hepsi ücretsizdi .

çocuklarımız büyüdükçe, halk kütüphanesi, bizim yaşantımızın da merkezi olmaya başladı. özellikle okulsuzluğu seçtikten sonra, kütüphane, düzenli ziyaret ettiğimiz, çocuklarımızın hem oyun oynadığı, hem sosyalleştiği, hem de farklı aktivitelere katıldıkları bir mekana dönüştü. daha ileriki yıllarda, çocuklarımızın okur yazar olması ile, kütüphaneden ödünç aldığımız kitapların sayısında ve çeşitliliğinde de büyük bir artış oldu. kütüphane, belki de su ve yemek gibi, vazgeçemeyeceğimiz bir ihtiyaç haline geldi.

***************************

yukarıda da kısaca özetlemeye çalıştığım üzere, hayatımızın tam merkezine yerleşen çocuk dostu halk kütüphanemiz, her Türkiye ziyaretimizde belki de en çok aradığımız ve özlediğimiz mekan oluyordu.

zaman içerisinde ben de, ülkemizdeki halk kütüphanelerinin sayısının azlığı bir yana, özellikle büyük şehirlerde, kütüphane algısının buradaki küçük bir kasabayla kıyas dahi edilemeyecek kadar zayıf bir noktada durduğunu; üstelik ülkemizdeki halk kütüphanelerinin işleyiş şekliyle halktan ve özellikle de çocuklardan kopuk olduğunu farketmeye başladım.

gelir düzeyi düşük ailelerin ve çocuklarının bilgiye sinirsiz ulasabilmelerinin, sadece halk kütüphanelerine erişimle mümkün olabileceği gerçeğini, ve kütüphanelerin bu eşitlik ilkesini yerine getirmekte oldukça zayıf kaldığını farketmemle birlikte, bu konuda “ben ne yapabilirim?” sorusunu sık sık kendime sorar oldum.

bu konuda sorularım çeşitlendikçe, çözüm arayışlarına da girdim. ve kendime verdiğim ilk cevap şu oldu. başlangıç noktasının çocuk olduğu bir çözüm bulmalıyım….cok kucuk yaslardan itibaren kütüphaneyi düzenli ziyaret eden, burada sosyalleşen, bu mekanı benimseyerek ve kütüphanede geçirdiği zamana içsel bir önem atfederek büyüyen her çocuk, güçlü bir okur-yazar olmaya adaydı benim gözümde.

bu noktada; çocuk kütüphaneleri veya çocuk dostu halk kütüphanelerinin sayısının ve işlevinin artması için bir hareketin başlaması, bu konuya dair bilincimizin daha güçlü bir şekilde yerleşmesi ve bir farkındalık oluşması için; yaşadığım ülkede ziyaret edebildiğim kadar çok sayıda çocuk kütüphanesini fotoğraflamanın, ve burada bu fotoğrafları bir yazı dizisi olarak paylaşmanın küçük de olsa bir adım olabileceğini düşündüm.

işte bu amaçla , çoluk çocuk kısa bir süre önce yola çıktık ve ilk fotoğraflarımızı çekmeye başladık. “her hafta yeni bir kütüphane” fotoğraflayıp, burada, blogda paylaşıyor olacağız. umuyoruz ki paylaştığımız fotoğraflar, ülkemizdeki çocuk ve halk kütüphanelerine olan bakış açısının yenilenmesi ve retorikten uzaklaşıp bir hareket oluşturması için küçücük bir kıvılcıma vesile olabilir.

********************

köşk kütüphanesi

ilk yolculuğumuza, 45 bin nüfuslu bir bölgeye hizmet amacıyla kurulmuş, ve ana binası sadece “altı bin nüfuslu”, minik bir kasabanın merkezinde olan bir halk kütüphanesinin çocuk bölümüyle başladık.

1935 yılında kurulan bu kütüphaneye, 1952 yılında bir kütüphane dostu tarafından bağışlanan görkemli bir köşk evsahipiği yapıyor. köşkün giriş katındaki bilgi masası ve bilgisayar bölümü dışındaki bütün alanı çocuk bölümü için ayrılmış. bu kısım, toplam dört büyük salonun ve geniş bir holün birleşiminden oluşuyor. giriş kapısının sol tarafına dönülerek ulaşılan çocuk bölümündeki iki salon, okul öncesi ve yeni okula başlayan küçük çocuklar için ayrılmış. geniş pencerelerin olduğu salonda, kitap raflarında yeni okumaya başlayanlar için ayrılmış kitap dizileri var. bu bölümde aynı zamanda küçük çocuklar için oturma alanları düzenlenmiş. diğer salonda ise eski bir şöminenin önüne market alışverişi ve kukla oyunları için stand konulmuş. bu bölümdeki raflara da resimli çocuk kitapları yerleştirilmiş. bu iki salon iki farklı kapıyla geniş bir hole açılıyor. holün duvarlarındaki raflarda bilim, coğrafya ve tarih alanlarında, kurgu olmayan ve  bilgiye odaklı kitaplar var. buradaki rafların ilerisinde sesli kitap dinlemek ve internete ulaşmak için iki bilgisayar ayrılmış. yine aynı holden iki farklı kapıyla bir sonraki salonlara geçiş yapılabiliyor. bu salonlar ise büyük çocukların ve gençlerin kurgu-roman kitaplarını düzenlemek için ayrılmış. asağıdaki fotoğraflarda detayları daha yakından inceleyebilirsiniz.

 

ekin bebeğin evde doğumu…

ekin bebeğin evde doğumu…

her doğum kendine özel ve çoğu zaman yaşandığı anda farkedemediğimiz, sadece sonrasında anlayabileceğimiz güzelliklerle dolu. ekin in dünyaya gelişinin öncesinde hikayeler birikmişti, kopuk, bağlantısız, belki o an için önemsiz hikayeler… ama onun dünyaya gelmesiyle çember içinde birer noktadan ibaret olan bu hikayeler biraraya geldi ve çemberin iki ucu birleşti. yaşadığımız her ayrıntı, ayrı bir anlam kazandı. ben ise her doğumda olduğu gibi annelik, kadınlık, ve manevi dünyama dair hiç bilmediklerimi öğreneceğim yeni bir kapıdan içeri girdim.
………

bera nın doğumunu blogda uzun uzun anlatmıştım. onun doğumunda yaşanılanlar çok güzeldi; doğumun evde olması, doğum sonrasında ailemizin daha da kenetlenmesi, ilk günlerimiz… fakat, doğumun öncesine dair anlatamadıklarım, anlatma gücünü kendimde bulamadıklarım da çoktu. bera ya hamileliğim sırasında aylar süren bir sağlık problemim olmuştu. hala nasıl kurtulduğumu bilemediğim fiziksel acılar ve çok zor günler yaşamıştım. hamileliğimin son aylarında artık dayanmakta zorluk çektiğim bu fiziksel acıların ve uykusuz gecelerin bitebilmesi için bera nın bir an önce doğması gerekiyordu. ve ben de, bu yüzden, bera nın doğumuna kalben, ve zihnen tamamen hazırdım. aklımda doğuma dair hiç bir tereddüt veya korku yoktu.

belki, biraz da bu kabullenişin etkisiyle,  bera beni oldukça sarsan bir hızda dünyaya geldi. ilk ağrıyı hissetmem ve onu kucağıma almam arasında sadece ve sadece 2 saat vardı. ama o iki saat benim için oldukça zor geçmişti. ağrılar dayanılmaz bir şiddetle aniden başlamış, neye uğradığımı anlamaya fırsat kalmadan iki saat boyunca ardı ardına devam etmişti.

ekin in doğumu yaklaştıkça, beynim ve vücudum, o olağanüstü ama bir o kadar da yoğun sancılarla geçen iki saati ve o geceyi tekrar tekrar başa sarmaya başladı. kendime, üç normal doğumdan sonra, bunu itiraf etmem zordu ama korkuyordum. ağrılara nasıl dayanacağımı düşündükçe içimdeki korku büyüyordu. suda doğum alternatifimiz olabilirdi ama bera da havuzu doldurmaya bile fırsatımız olmamıştı. dördüncü bebeğimizin daha da hızlı gelebileceği düşüncesiyle bu sefer su doğumunu planlamaya gerek duymamıştık .

üç yavrumuzun da 38. haftada doğması sebebiyle bütün hazırlıklarımızı tamamlayarak ekimin 20 sinden sonra beklemeye başladık. 21,22,23,24… günler geçiyordu, sancılar her aksam düzenli olarak geliyor ama doğum gerçekleşmiyordu… üstelik ebem ayın 29-30 una denk düşen haftasonunda şehir dışında olacaktı. hamileliğimi öğrendikten sonraki ilk buluşmamızda, bunu bize söylemiş, biz de nasılsa 39. haftaya kadar bebeğimiz gelir, o tarihlere denk gelmesi çok düşük bir ihtimal diyerek yolumuza ebemizle devam etmeyi uygun görmüştük.

ama günler geçtikçe, ebemin burada olmayacağı haftasonu yaklaştıkça,  uykularım kaçmaya başladı. ebemin ortak çalıştığı başka bir ebe arkadaşı vardı, onun burada olmaması durumunda  bize o yardım edecekti. Lisa yı çok iyi tanımıyordum. her ne kadar olabileceklerin en hayırlısı olması için dua etsek de beynimin bir köşesi, bildiğim, tanıdığım, güvendiğim ebeyi, bera nın ebesini istiyordu.

oldukça hızlı ve endişelerle geçen 38. haftamızın sonunda, ayın 28 inde, ebem uçağa binip kardeşinin düğününe gitmek için şehirden ayrıldı. ben ise doğuma konsantre olmak yerine, o haftasonunu, yavrumuz gelmeden, atlatma derdine düştüm.

fakat, cumartesi gecesi tuhaf, içgüdüsel bir uyanış hisettim. içimden bir ses yükseliyordu. olabilecek her şey için bütünün hayrına dua etmelisin diyordu o ses… bütünün hayrına… bütünün hayrına…önce anlamlandıramadığım ve sürekli zihnimde dolaşan bu ses, üzerinde düşündükçe birdenbire vücud bulmaya başladı. herşeyin hayırlısı olsun derken, bu hayrin doğal olarak bana ve bebeğimize gelmesini düşünüyorduk, hayırlı vakitte hayırlı, güzel bir doğum olmasıydı duamız . nedense bizim dışımızdakilerin bu doğumdan etkilenebileceği hiç aklıma gelmemişti. ama öyle değildi. belki ebemin ortak çalıştığı diğer ebenin bizim doğum için ödeyeceğimiz ücrete daha çok ihtiyacı vardı. ya da bizim göremediğimiz başka insanlar, başka bir şekilde bu doğumdan nasiplenecekti. bunları düşündükçe birdenbire afalladım. evet, bütünün hayrina olması duasındaydım ama bunun ne anlama geldiğini sanki o ana kadar tam idrak edememiştim. bizim bilmediklerimiz ve göremediklerimiz vardı. ve belki de ben ve bebeğim, bu doğumun başrol oyuncuları bile değildik.

bunu idrak etmemle üzerime anlamlandıramadığım bir sakinlik geldi. ve bu kabullenişin üzerinden henüz 24 saat geçmeden, ebem bizden kilometrelerce uzaktayken, sancılarım başladı. onun bu doğuma gelemeyeceği belki de daha ilk günden belliydi. fakat duygularım, şartlanmalarım ve korkularım bir şekilde doğumun başlamasına engel olmuştu.

yine aynı sabah, henüz sancılar başlamamışken, telefonumuza bir mesaj düştü. temiz kalbine yürekten inandığım bir arkadaşım, rüyasında bizi görmüştü. rüyada, ekilmiş ve hasadı yapılmış bir arazimiz vardı. evimiz çok telaşlıydı, etraf kalabalıktı ve ben çok meşguldüm… ve şöyle diyordu mesajın sonunda; sizin için çok güzel olacağını hissettim. arkadaşımız, mucizevi bir şekilde , farkında olmadan, doğumu bütün ayrıntıları ve bebeğimizi ismiyle bize haber veriyordu. mesajı bülent e uzattım. ikimizde “hasat” kelimesinde takıldık kaldık. erkek ismi olarak aylar öncesinden ekin’e karar vermiştik. biz yavrumuzun cinsiyetini öğrenmemiştik ama bize oğlumuz olacağı,  doğumdan tam 24 saat önce, arkadaşımın rüyasıyla haber verildiğini ancak saatler sonra anlayacaktık. ve bu rüyayla, aylardır bebeğimizle ilgili çok üzüldüğüm bir konuyu da artık vesvese yapmamamız gerektiğini hissediyordum… her şey güzel olacaktı.

ilk ağrıları hisseder hissetmez ebeyi aradım. bebeğimizin, aynen bera da olduğu gibi çok hızlı gelebilme ihtimali vardı. ebe, benim arayabileceğimi biliyordu. zaten telefonlarımızı da çok önceden paylaşmıştık. durumu da bildiği için hemen yola çıkıyorum dedi, ve akşam saat beş civarı kapıdan içeri girdi. bu arada doğuma katılmasını planladığımız diğer arkadaşımıza haber verdim. o da fazla vakit kaybetmeden kızıyla birlikte bize geldi.

tam o sırada yine şimdi düşündükçe olağanüstü bulduğum bir durum daha yaşandı. hem çocukları olduğu, hem de bizden bir saat uzaklıkta yaşadıkları için doğuma çağırmayı düşünmediğim çok sevdiğim bir arkadaşım telefon etti. telefondaki ses bana aynen şöyle diyordu: bu sabah zihnimde bebek sesiyle uyandım… bütün gün aklımdan çıkmadın, nihayet fırsat bulabildim aramaya, nasılsın? … ağrılarımın henüz başladığını söyleyince, anaç sesiyle biraz da çekinerek sordu: izin verirsen gelmek, yanında olmak istiyorum… yol uzaktı, çocukları vardı… ben ise sadece “tamam o halde, gel” diyebildim. ve yaklaşık 1 saat sonra o da yanımızdaydı. yalnızlığımızın içinde bu işi nasıl halledeceğiz derken, yanımızdan 24 saat ayrılmayacak, doğum fotoğraflarımızı en güzel şekilde çekecek, çocuklarla oynayacak, alışverişimizi yapacak, bütün çamaşırlarımızı yıkayarak evimizden ayrılacak dost eli bize gönderilmişti. halbuki doğum hafta sonu değilde hafta arası, hatta pazar günü olsaydı, arkadaşımın gelmesi mümkün olmayacaktı.

biz o anda farkında değildik belki ama bizim ve doğumda olması gereken herkes için yaşanılacaklar en mükemmel şekliyle hazırlanmıştı. doğum başlamıştı, etrafım kalabalıktı. çocuklar ayaktaydı. ben sancılarla meşguldüm. her şey tam istediğim gibiydi, aynen “rüyada görüldüğü” gibiydi. bera nın doğumunda olduğu gibi gecenin kör karanlığında tek başıma o dayanılmaz ağrılarla başbaşa kalmayacaktım…

yaklaşık 3 saat sonra, saat 9 civarı, sancılar 5 dk da bir gelmeye başlamıştı. zorlanıyordum ama ağrıların arasında etrafımla sohbet etmeye devam edebiliyordum. içimdeki ses şöyle diyordu, bak korktuğun gibi olmadı, ağrılar daha kötüleşmeyecek, sen bu işi kolayca halledeceksin…

fakat, saatler gece 11’i gösterdiğinde, ağrılarımda herhangi bir ilerleme olmuyordu. çocuklar beklemekten yorulup uyumuşlardı. aslında herkes yavaş yavaş yorulmaya başlamıştı, ben dahil. canım oldukça sıkkındı. bera nın doğumu gibi ağrılı olmasını istemiyordum ama sabaha kadar ne olacağını bilmeden beklemek düşüncesini kabullenmek zordu. ebem istersen nerde olduğumuza bir bakalım diyerek beni odaya götürdü. sadece 5 cm açılma olduğunu öğrenince büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. ebem de ciddileşmişti. bana ; ” hüsra, etrafın çok kalabalık, doğuma konsantre olamıyorsun. birbirimizi yeteri kadar iyi tanımadığımız için senin korkularının farkında değildim. ama şunu kabul etmek zorundasın. bebeğin dünyaya gelmesi için o dayanılmaz ağrılara ihtiyacın var. lütfen onlardan kaçma. o ağrılar olmadan bebeğin gelmeyecek…”

evet, ebem ( Lisa) , karşımda durmuş, bana korkularınla yüzleşmelisin diyordu. sessizce kendimi dinlemeye çalıştım. ağrıların şiddetlenmesine gerçekten ben mi engel oluyordum?…biraz düşündükten sonra, siz gidin ben odada yalnız kalacağım diyerek bülent i ve ebeyi gönderdim. o anda aklımdan tek geçen bebeğime bir an önce kavuşma hissiydi, daha fazla beklemek istemiyordum. ve bunu tek başıma yapmak zorundaydım. ben yapmak zorundaydım. zihnimde bu ağrılar olmadan bebek gelmeyecek sesi yükseliyordu. ebenin benle açık açık konuşması biraz dokunmuştu ama o söylemesi gerekeni söylemişti. ve belki de bunlar tam ihtiyacım olan sözlerdi.

şimdi geriye dönüp baktığım zaman, eğer Lisa değilde Sarah yanımda olsaydı, aynı mesajı bana oldukça ciddi bir şekilde, aynı etkiyle yansıtabilir miydi bilemiyorum. ama şunu çok iyi biliyorum; Lisa o gece tam olması gereken yerdeydi.

içimdeki ses; hüsra bunu yapacaksın, ve şimdi yapacaksın diyordu. o anda karar verdim. aklımı, zihnimi ve kalbimi bir kenara bıraktım ve kendimi vücudumun sesine teslim ettim. birden bire o ses bana yapmam gerekenleri söylemeye başladı. ve belki de 10 dk içinde, o istemediğim, haftalardır kaçtığım ağrılar nihayet davetime icabet etmeye başladılar. bülent i çağırdım, elimi sımsıkı tut, lütfen beni bırakma diyerek yaşlı gözlerle ona baktım. o da bana, hüsra sen çok güçlüsün, daha önce yaptın, yine yapacaksın, seni hiç bırakmayacağım diyerek ellerimi sımsıkı tuttu.

bu arada Lisa içeri gitmiş; arkadaşlarıma, benim doğum için sessiz kalmaya ihtiyacım olduğunu söylemişti. arkadaşımız ve kızı benim için daha iyi olabileceğini düşünerek, telefonla acil bir durumda haber verilmesi şartıyla ayrılma kararı vermişlerdi. uzaktan gelen arkadaşım ise beni bırakmak istememiş, sonuna kadar bekleyeceğini söylemişti.

ve ebemin benimle konuşmasının üzerinden bir saat ya geçmiş ya geçmemişti. o şiddetli, dayanamayacağımı sandığım ağrıları tek tek yaşamış, nasıl yapacağım dediğim, uykularımı kaçıran o anları yine solumuş, her şeyi yeniden yapabilme cesaretini göstermiştim. saatler 12.30 u gösterdiğinde, yavrumuza kavuşmuştuk. ebem, bebeğimizi yakalayarak kucağıma uzatmış, ben ise onun minicik suretiyle tanışmış olmanın şaşkınlığıyla sevinç çığlıklarıma engel olamamıştım. o mutluluk anının sarhoşluğuyla bebeğimizin cinsiyetini öğrenmek aklıma bile gelmemişti. bülent ise bir yandan beni tutuyor, bir taraftan sesleniyordu: oğlumuz oldu…ekin ali geldi…

doğum anında kızları da uyandırmıştık. hep birlikte bir mucizenin kollarımızda uyanışına tanıklık ediyorduk. eşi, benzeri olmayan bir andı, ömür boyu kalbimde taşıyacağım bir an…

bütün doğum, en başından itibaren olması gerektiği gibi olmuştu. her şey O’nun katında en ince ayrıntısıyla planlanmış ve teslim olduğum anda can bulmuştu. arkadaşlarım bana yalnızlığımı hiç hissettirmemişlerdi. uyumadan önce çocuklarla ilgilenmişler, bana moral vererek destek olmuşlar, elimi tutmuşlardı. ebem, Lisa, bütün doğum boyunca sevecenliğini ve sakinliğini korumuş, ve gerektiği yerde müdahale ederek belki saatler sürecek doğumu o 1 saate sığdırmama yardım etmişti. eşim, yoldaşım ise yanımdan hiç ayrılmayarak sımsıkı tuttuğum eliyle gücüm olmuştu.

etrafımda pervane olan yavrularımın her birinin doğumuyla ben yeniden doğmuş, her yavrumun annesi oluşumda içimde hiç sönmeyecek yeni bir mum yakılmıştı. içimdeki can, ilk nefesine kavuşurken çektiğim her sancı beni daha güçlü bir kadın yapmış, o sancılar sayesinde bütün dünyaya meydan okuyabilecek bir cesaretle donatılmıştım.

evet, bizim bilmediklerimiz ve göremediklerimiz hep olacaktı; ama teslim olmaktan vazgeçmedikçe, bütünün hayri için dualarımız bitmedikçe, olması gerekenin bizim için en güzel olduğuna ve yaşanması gerektiğine inancımız azalmadıkça; çemberin uçları her seferinde birbirine kavuşacak, ve yeni hikayeler yazılmaya devam edecekti….

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.