okulsuzluk- 11. bölüm: yasal olarak “evde eğitim”

okulsuzluk- 11. bölüm:  yasal olarak “evde eğitim”

okulsuzluğu daha iyi anlamaya çalıştığımız, çocuklarımızla birlikte bir bütünün parçası olabilmenin önemini iyice farkettiğimiz, ve bol bol seyahat ettiğimiz ilk iki yılın ardından, ağustos ayı kapımızı çalmaya başladı. almila 8 yaşına girmişti, ve artık yasal olarak evde eğitim sürecine başlamak için eğitim bölgemize başvuru yapmak zorundaydık. açıkçası bu durumdan biraz da rahatsızdım. son iki sene içinde, başımızın çaresine bakmayı öğrenmiş, okulsuzluğu hayatımızın merkezine taşıyarak, ailece hep beraber öğrenmeyi benimsemiştik.

pek istemeyerek de olsa, okulla ilk iletişimimizi gerçekleştirip, doldurmamız gereken formları eve getirdik. daha öncesinde, fırsat buldukça internet üzerinden kanunları okuyup yasal haklarımız hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmıştım. kanunları okudukça, uzayıp giden evrak işleri, gözümde büyümeye başladı. maalesef bizim yaşadığımız Pennsylvania eyaleti de dahil olmak üzere, New York, Vermont, ve Massachusetts gibi bazı kuzey batı eyaletlerinde, ev eğitimi kanunları, diğer bir çok eyaletle karşılaştırıldığında oldukça katı düzenlemeler içeriyordu. öğretilmesi gereken dersler tek tek listelenmişti ve bu derslerin evde işlendiğine dair hazırlayacağımız portfolyonun,  sertifikalı bir öğretmen tarafından değerlendirilmesi zorunluydu. diğer taraftan, bir çok eyalette, evde eğitim yapıldığına dair herhangi bir kayıt tutma zorunluluğu dahi duyulmuyordu. evde eğitiminin özel okul statütüsünde görüldüğü bazı eyaletlerde ise, müfredatın seçimi de tamamen serbest bırakılmıştı; aileler sadece uygun gördükleri konularda eğitim verebiliyorlardı.

( bu noktada, adı sık sık geçecek olan “eyalet” kelimesini kısaca açıklamakta fayda görüyorum. amerika daki eyaletleri, kendi iç yasalarını tayin eden küçük devletçikler olarak da tanımlayabiliriz. eyaletler bölgelere ayrılıyor, bölgeler de kendi içinde de irili ufaklı yüzlerce şehir barındırıyorlar. bütün bu eyaletler, aynı zamanda, amerika birleşik devletleri adıyla bildiğimiz federal devletin de yasalarına uyum sağlamak zorundalar. üst devlet, alt devletin iç yasalarına müdahale edememesine rağmen, kendi yasalarına da uyum zorunluluğu getiriyor. aslında amerika birleşik devletlerini, federal devletle uyum içinde çalışan devletlerin oluşturduğu , avrupa birliğine benzer bir yapı olarak da ifade edebiliriz . eğitim yasaları açısından biraz daha detaylandırmam gerekirse; federal devlet, eğitimde başarının ve kalitenin yükselmesi ve reformların uygulanması için stratejik çalışmalar ve araştırmalar yaparken; eyaletler ise, müfredat seçimi, öğretmen yetiştirme programları ve okulların düzenlemeleri, ve öğretim metod ve materyallerinin geliştirilmesi de dahil olmak üzere, eğitimin bütün iç işlerinde söz sahibi olma yetkilerine sahipler. bu yüzden ev egitimi yasalari da eyaletten eyalete buyuk farklılıklar gösterebiliyor.)

resmi başvuru için ilk yapmamız gereken, yasal olarak listelenen ders konuları ile ilgili eğitim amaçlarımızı yazmaktı (toplam 11 ders için; ingilizce (okuma, yazma ve dinleme), matematik, fen bilimleri, amerika ve eyalet tarihi, coğrafya, vatandaşlık eğitimi , fizyoloji ve sağlık eğitimi, müzik, resim, beden eğitimi ) . yani matematikte neler öğreneceğiz, ingilizce de nasıl bir ilerme kaydeceğiz vs gibi her dersle ilgili hedeflerimiz ayrı ayrı detaylandırılmalıydı. bunları yazmak zor değildi ama bu yazdıklarımızı yerine getirme zorunluluğu beni ürkütmüştü. belki ürkütmekden ziyade; bütün bu yasal zorunluluklar içinde çocukların kendi ilgi alanlarını keşfetmelerini kısıtlayacak formal bir ev eğitimine geçiş yapma durumunda kalmak canımızı sıkmıştı. ( ileride, sistemin nasıl işlediğini öğrendikçe  bu sistemden de çıkış yollarını bulacaktık).

derslerle ilgili eğitim hedeflerimizi/amaçlarımızı yazdıktan sonra, çocuklarımızın yasal varisi olduğumuzu, evde eğitim vermeye yetkin olduğumuzu (PA eyaletinin kanunlarına göre lise mezunu olmak), ev eğitimini İngilizce olarak yapacağımızı, son beş sene içinde herhangi bir suça karışmadığımızı ve çocuklarımızın sağlık tetkiklerini yaptırdığımızı taahhüt eden bir belgeyi de noter huzurunda imzalamamız gerekiyordu.

bütün bu işlemleri yapmak; yani eğitim hedeflerimizi yazmak ve gerekli belgeleri noter huzurunda imzalamak, ev eğitimine resmi olarak başlamamız için yeterliydi.

*************

burada yine bir virgül koyarak, ev eğitimi ve okulsuzluk arasındaki farklardan da bahsetmek istiyorum. bu iki yönelim arasında, bana göre derin epistomolojik farklılıklar var: bilgiye nasıl ulaşılacağı, veya bilginin nasıl edinileceği ile ilgili düşüncelerimiz, yani hayat felsefemiz de bu vereceğimiz kararla yakından ilgili.

geleneksel anlamda ev eğitimi (homeschooling), ev içerisinde okulun küçük bir replikasını oluşturmak demek. ev eğitiminde; eğitim hedefleri yazılır, öğrenilmesi gerektiğine inanılan bilgilerden oluşmuş bir müfredat takip edilir ve başarı değerlendirmesi yapılır. buradaki epistomolojik yönelim de şöyledir: bilgi bizim dışımızda zaten vardır. insanın amacı da bu bilgiye en doğru ve en hızlı şekilde ulaşıp kendisini geliştirmektir. bu çoğu zaman pasif bir öğrenmeyi gerektirir.

amerika da, geleneksel ev eğitimine yönelen ailelerin çoğunluğu, bunu, dini eğitimi temel almak ve çocuklarını okulun zararlı ve dine ters olan yönelimlerinden korumak için tercih ederler. diğer taraftan, alternatif eğitime (Waldorf, Montessori vs gibi) sıcak bakan, fakat özel okula yatırım yapmak istemeyen aileler de,  ilgili müfredatları satın alarak evde uygulama yolunu seçebiliyorlar.

yine amerika da, farklı içeriklerde ve farklı eğitim anlayışlarına uygun çok sayıda müfredata ulaşmak mümkün. müfredat yazımında uzmanlaşmış bir çok şirket olduğu gibi bazı aileler, müfredatlarını kendileri yazıyorlar (hatta bu müfredatları satarak geçinen aileler bile var). geleneksel yöntemlerle ev eğitimini uygulayan aileler günün belirli saatlerini çocuklarıyla 1-1 ders çalışarak geçirmek zorundalar. fakat, evde 1-1 çalışma gerçekleştiği için , okulda haftada 6 saat matematik dersi alan bir çocuk için, bu süre ev ortamında 2 veya daha az saate inebilir. yine aileler haftanın 5 günü yerine sadece 3 veya 4 gününü evde eğitim için ayırabilirler. evde eğitimi seçen aileler, çocuklarının performans değerlendirmelerini de genellikle ödev yoluyla veya devletin sunduğu farklı sınav seçenekleriyle yapabiliyorlar.

okulsuzluk (unschooling) ise, müfredat üzerinden ilerlemez; çocuğun kendi ilgi alanlarını keşfetmesini teşvik eder. ailelerin görevi de çocuğun bu keşifleri yapmasına yardım edecek ortamı hazırlamak ve çocuğun yolculuğu sırasında ihtiyacı olan bilgiyi kendi deneyimleriyle edinebilmesini kolaylaştırmaktır. okulsuzluk, çocuğun içten gelen bir öğrenme ve keşif kapasitesine sahip olduğunu ve çocuğun ev ortamında buna en doğal şekilde ulaşabileceğini varsayar. epistomolojik açıdan bakıldığında ise; herkesin edinmesi gereken bilgi, o kişinin gereksinimlerine göre farklılık gösterir. bilgiyi oluşturmak kişinin görevidir ve ona ulaşmak için tek bir yol yoktur. buna bağlı olarak edinilen bilgi de çoğu zaman subjektiftir.

John Holt “Çocuklar Nasıl Öğrenir?” kitabında şöyle der “çocukların ihtiyacı olan yeni ve daha iyi bir müfredat değildir, gerçek dünyaya daha fazla ulaşabilme fırsatıdır; kendi deneyimleri üzerine düşünebilecekleri, ve hayal güçlerini ve oyunu kullanarak bu deneyimlerini anlamlı hale getirebilecekleri bol zaman ve mekandır”.

aile olarak, bizim de,  okulsuzluğu ev eğitimine tercih etmemizde, kendi hayat felsefemizin büyük etkisi var. mesela ben, insanın var oluş amacının, insanın özünde var olan bilgeliğe (veya potansiyele (iyiye) ulaşmak) olduğunu düşünüyorum. diğer taraftan içimizdeki bilgeye ulaşmak için, tek bir doğru yolun olduğuna, veya olabileceğine de inanmıyorum. yani herkesin bilgiye ulaşımı ve o bilginin kendi iç keşifleri için önemini algılaması farklı olacaktır. şöyle de diyebiliriz; bazı insanlar hayatın gizemini sayılarla keşfeder, bazıları gökyüzüne bakarak, yani astronomy ile, bazıları da toprakla uğraşırken keşfeder. ve herkes, kendi hisleri, deneyimleri ve algısıyla edindiği bilgiyle, kendi gerçeğini oluşturur. bu yüzden edindiğimiz bilginin doğruluğu da çoğu zaman subjektif ve tartışmaya açıktır. mesela,  bir masa hepimiz için dört ayak üzerinde duran bir ahşap parçasını temsil etmez. masayı sadece yemek yemek için kullanan birine masa nedir diye sorduğumuz zaman, üzerinde yemek yenilen bir eşyadır der. başka bir kişi, masayı çalışmaları, yazışmaları, sanatı vs için kullanır, ve o kişiye masa nedir diye sorduğumuzda, karşımıza çok daha derin anlamı olan bir nesne çıkar. hatta benim hayatımı geçirdiğim yer bile diyebilir. masayı sadece yemek yemek için kullanan kişiye, aslında sen masanın potansiyelini henüz anlamadın, bak bunu da yapabilirsin dediğimiz zaman, o kişi için bu bir anlam ifade etmeyebilir, çünkü bu onun deneyimleriyle edindiği bilgiye ters düşer. burada yanlış ve doğru da yoktur. yani bilgi yanlış veya doğru da olamaz, o yüzden ölçülemez. mesela savaş sırasında mücadele etmiş bir kişinin eline bir tarih kitabı verip tarih bu derseniz, hayır bu benim bildiğim tarih değil diyebilir. çünkü tarih de aslında insan hikayeleridir, ve her hikaye kişilerin yolculuklarına bağlı olarak farklılıklar gösterir, birisi için zafer, diğeri için yıkım ve acı olabilir. veya bir yerlinin bütün hayatı boyunca yaşadığı dağları anlamlandırması;   dağları ve vadileri sadece coğrafya kitabından öğrenmiş ve deneyim etmemiş bir kişiden oldukça farklıdır. özetle herkes edindiği bilgide, geçmişini, şu anı ve geleceğini de taşır.

***********

ev eğitimine yasal olarak başlamamızla birlikte, farklı bir sürecin içine girmiştik. yine kanunlara göre, sene sonunda, her konuyla ilgili yaptığımız çalışmalardan 3-4 adet örnek sunacağımız bir portfolyo hazırlamamız gerekiyordu. daha sonra, belli bir ücret karşılığında tutacağımız bir öğretmen tarafından değerlendirme yapılacak, ve portfolyoyu (değerlendirme mektubu ile birlikte) bulunduğumuz şehrin eğitim müdürlüğüne teslim edecektik. buna ilavaten, okuduğumuz/faydalandığımız kaynakları gösteren ve senede 180 saat eğitim yaptığımızı tescil eden bir belge (eğitim logu) de hazırlamalıydık. son olarak; ilkokul döneminde, üçüncü ve beşinci sınıflarda, çocuğumuzun eğitim seviyesinin eyalet standartlarında olduğunu gösterecek bir değerlendirme sınavına tabi tutulması gerekiyordu (matematik ve ingilizce alanlarında). almila nın ev eğitimine 8 yaşında, yani resmi olarak üçüncü sınıfta başladığımız için, ilk senemizin sonunda bu sınavı da almalıydı.

bütün bu zorunluluklar, resmi ev eğitimine başladığımız ilk aylarda, bizi okulsuzluktan uzaklaştırıp,   daha müfredata dayalı bir öğrenme sürecine itmeye başladı. hatta waldorf eğitimine dayalı bir müfredat satın alıp, bunu uygulamaya çalıştığım bir zaman dilimi geçirdik. fakat okulsuz geçirdiğimiz iki senenin ardından, oturup 1-1 ders çalışmak, ne almila nın hoşuna gidiyordu, ne de ben bunu doğal karşılıyordum. zaten buna teşebbüs ettiğimiz zamalarda canımız sıkılıyor, ve bir müddet sonra da daha eğlenceli aktivitelere ve oyunlara yöneliyorduk.

ilk 1-2 aydan sonra, yasal zorunlulukların bizi kısıtlamaya başladığını farkettim. bu yasal zorunlulukları anne baba olarak yerine getirmeliydik, ama çocuğumuz bunu yerine getirmek zorunda değildi. daha önce defalarca deneyim ettiğimiz gibi, onlar her gün öğrenmeye devam ediyorlardı. mesela almila kitap okurken, bir taraftan okuduğunu anlamayı, diğer taraftan grameri, farklı cümle yapıları kurmayı, ve imla kurallarını da öğreniyordu. bunları öğrendiğini almila nın ispat etmesi gerekmiyordu. bunu uygun bir şekilde yetkililere sunmak ve ispatlamak bizim görevimizdi.

bu düşüncelerle, öğrenmeyi gösterebileceğim yollar aramaya başladım. uzun bir müddet internette portfolyo örnekleri aradım. edindiğim bilgiler bana, portfolyonun farklı şekillerde sunulabileceğini gösteriyordu. aslında kanunlar oldukça esnekti. eğitim hedeflerimizi yazmıştık, ama yıl sonunda bu hedeflerin hepsini gerçekleştirdiğimizi ispatlamamız gerekmiyordu. sadece okul yılı başından sonuna kadar, çocuğumuzun ilerleme kaydettiğini göstermeliydik. elbette formal evde eğitim yapan, her gün 1-1 ders çalışan aileler için portfolyo hazırlamak, bütün kağıtları dosyalamaktan ibaretti. bizim gibi okulsuz aileler ise, öğrenmeyi “ispatlamak” için, genelde resimli (scrapbook tarzında) portfolyo oluşturmayı tercih ediyorlardı. yaşayarak öğrenen çocuklar için, benim de sarılabileceğim tek yöntem buydu… bunu farkettikten sonra fotoğraf makinamiz da günlük yaşantımızın bir parçası haline geldi.

ilk günlerde, almila nın gün içinde yaptığı çalışmaları ve aktiviteleri gözlemleyerek, ufak notlar almaya başladım.   daha sonra yavaş yavaş, yaptığı çalışmaları, resimleri, ve yazılarını bir dosyanın içinde topladık. okuduğu kitapları tek tek not aldık. fırsat buldukça, özellikle dışarıda katıldığımız eğitim etkinlerinde, müzelerde, ve gezilerimizde sürekli fotoğraf çektik. zaman içerisinde not alma konusunda biraz tembellik etmeye başladım ama fotoğraf makinası her konuda imdadımıza yetişiyordu. bu arada almila nın okuma düzeyine ve yaşına uygun farklı konularda (coğrafya, tarih, doğa bilimleri ve hayvanlar alemi, vs. gibi) kitaplar da bulmaya ve satın almaya başladım. almila bu kitapları da severek okumaya, ve ihtiyacı oldukça referans olarak kullanmaya başladı. uzun yolculuklarımızda, çocukların eğitici dvd leri izlemelerine olanak verdik (national geography, bbc belgeselleri vs gibi).  sesli kitaplar ise, yine uzun yolculuklarımızda ve çok uzun kış aylarında kurtarıcımız oldu, hem de portfolyomuzu zenginleştirdi.

diğer önemli bir konu ise matematikdi. bugüne kadarki okulsuzluk sürecimizde, ev eğitimine kaydığımız, ve almila’yla formal ve 1-1 çalışma yapmamızı gerektiren tek konu matematik oldu. öncelikli amacımız, çocuklarımıza matematiği sevdirebilmek ve gündelik yaşamlarındaki önemini anlatabilmekti. almila’ nin, montessori döneminde, matematikle arasında maalesef bir kopukluk olmuştu. matematiğe oldukça önyargılı bakıyor ve sıkıcı buluyordu. öncelikle bunu düzeltmeliydik. fakat, neredeyse beşinci sınıfın sonuna kadar bu konuda başarılı olabildiğimizi söyleyemeyeceğim. bunda yasal olarak evde eğitim yapıyor olmamızın da etkisi oldu. nihayet beşinci sınıf sonlarına doğru; almila’dan ;” matematik aslında çok zevkliymiş, galiba ben matematiği seviyorum ve iyi yapıyorum, matematikte başarılıyım” yorumları ve bana pratik yapmam için ödev verir misin ricaları gelmeye başladı. bu yaklaşım her zaman tutarlılık göstermese de, yine de duygularının olumlu yönde gelişmesi bizi çok mutlu etti.

*********

burada yine küçük bir parentez açma gereği duyuyorum. geriye dönüp almila yla yaptığımız matematik çalışmalarına baktığım zaman, ilkokul döneminde, gerçek hayatta da uygulaması olan, bir kaç kilit konu olduğunu görüyorum. birincisi dört işlem… dört işlemde, toplama ve çıkarmanın, ve bölme ve çarpmanın birlikte ve çok uzun bir sürece yayılarak verilmesi, ve sürekli geri dönülerek pratik ettirilmesi taraftarıyım. fakat dört işlemin öncesinde, çocuğun anlaması gereken çok daha önemli bir konu olduğunu düşünüyorum; basamaklar ve basamak değerlerinin kavranması. bu konunun üzerine ne kadar çalışırsak çalışalım, bir müddet sonra çocuğun bütün işlemleri otomatik olarak yaptığını ve gerçekten basamak değerlerini önemsemediğini farkediyorum. ve bu yüzden her bulduğum firsatta bunun altını çizmeyi ihmal etmiyorum. yine ilkokulda verilmesi gereken ikinci temel konunun kesirler (ve ondalık sayılar, bunların birbirine dönüştürülmesi) olduğunu düşünüyorum. kesirler günlük hayatta, ölçüm yaparken, alışverişlerimizde, mutfakta vs gibi bir çok alanda oldukça sık kullanılıyor. zaten kesirleri ve ondalık sayıları ve bunların basamak değerlerini anlayan ve dört işlemi rahatlıkla yapabilen bir çocuk, cebire giriş öncesinde çok önemli bir yol katetmiş oluyor.

***************

böylelikle, ilk yasal evde eğitim yılımızı, okulsuzluk felsefemize fazla zarar vermeden bitirmiş olduk. ama öncesinde her haziran ayının sonunda yapılması gereken değerlendirmeleri bitirmeliydik. bu işin, bizim açımızdan en stresli yönü de bu oldu. almila nın ilk portfolyosunu hazırlarken, fotoğraflarla birlikte elimizde oldukça fazla döküman biriktiğini farkettiğimizde büyük bir rahatlama yaşadık. yine de bütün belgelerin düzenlenmesi ve sunulur hale getirilmesi için neredeyse 2-3 hafta çalıştığımızı ve oldukça bunaldığımızı hatırlıyorum. diğer taraftan, bütün bu yorucu çalışmaların, beklemediğimiz bir avantajı da oldu. portfolyo, almila ya çok güzel bir güven duygusu kazandırdı. ziyaretimize gelen bütün aile dostlarımıza ve arkadaşlarımıza, bütün sene boyunca yaptıklarını büyük bir coşkuyla anlattı. ve daha da önemlisi, bu işe biraz da şüpheyle bakan aile büyüklerimize gösterebileceğimiz, ve almila nın da ömür boyu saklayabileceği güzel bir anı defterine(kitabına) dönüştü.

almila nın yıl sonunda matematik ve ingilizce konularında alması gereken sınav süreci de korktuğumuz kadar zor olmadı. bu konuda da, bize bir seçim hakkı verilmişti. almila, eyaletin uyguladığı yıl sonu sınavlarına girebilir ya da eyaletin onayladığı özel şirketlere ait sınavlardan birini alabilirdi. biz, hem üçüncü, hem de beşinci sınıfta, toplam 100 sorudan oluşan California Başarı Test’ ini uygulamayı uygun gördük (California Achievement Test). bu testlerin öncesinde herhangi bir hazırlık çalışması yapmadık. tek sıkıntımız, test ve değerlendirme tekniklerini almila ya açıklamak oldu. bunun sadece bir formalite olduğunun da altını çize çize belirttik. bu süreç, almila ya anlamsız gelmesine rağmen, girdiği her iki sınavdan da oldukça yüksek puanlar aldı.

son aşama olarak; almila nın değerlendirmesini yapacak öğretmenle olan görüşmemiz vardı. değerlendirmeyi yapacak olan öğretmenimizin, almila nın katıldığı yazı grubunun öğretmeni olmasına karar vermiştik. öncesinde, ona okulsuzluk yaptığımızı anlatmış, ve değerlendirme yaparken bunu göz önüne alıp alamayacağını sormuştum. öğretmenimiz, kendi çocukları için de müfredata bağlı olmayan ev eğitimi yaptığı için, bu konunun problem olmayacağını söyleyerek bizi rahatlattı. zaten görüşmemiz,  oldukça sıcak bir ortamda ve sohbet havasında geçti. iki gün sonrasında da,  çok detaylı yazdığı mektubu imzalayarak bize verdi. bütün belgeleri hazırladıktan sonra okula teslim ettik. ve yaklaşık üç hafta sonra, evimizde eyalet standartlarına uygun bir eğitim yapıldığına dair bir onay mektubu ve almila nın bir üst sınıfa geçebileceğini gösteren bir belge gönderildi.

ilk yılımızın en büyük zorluğu, bütün bilinmezlikleri aşarak, okulsuzluğun devamını sağlayabilmekti. fakat ilk seneyi atlattıktan sonra, çocuklarımızın öğrenme sürecine zarar vermeden, benzer prosedürleri yerine getirmek, bizler için çok daha kolay oldu.

önümüzdeki sene,  evde yasal eğitimin dördüncü yılına başlıyoruz. bennu nun da üçüncü sınıfa geçip, yasal sürece katılmasıyla belki yine yoğun bir yıl geçireceğiz. diğer taraftan almila, yıl içinde yaptığı çalışmalarını düzenleyerek kendi portfolyosunu neredeyse kendi hazırlar duruma geldi. hatta bennu da geçtiğimiz yıllarda süreci öğrendiği için, o da kendi çalışmalarını dosyalayabiliyor. bizler de haziran ayının son haftasında bütün dokümanları ve ilgili fotoğrafları toparlayıp, yine değerlendirmeye hazır hale getireceğiz.

aşağıdaki fotoğrafları, resmi ev eğitimi için hazırladığımız portfolyolardan derledim ( fotoğraflarda,  ortadaki klipsli dosyalar 4. sinif, aşağısındakiler 5. sınıf, üstündekiler 3.sınıf. bennu henüz resmi sürece girmediği için, bu fotoğrafların hepsi almila nın çalışmalarına ait)

okulsuzluk- 10. bölüm: okulsuz hayat için düzenlemeler ve ev hayatı…

okulsuzluk- 10. bölüm:  okulsuz hayat için düzenlemeler ve ev hayatı…

okulsuzluğun hayatımızın merkezine oturmasıyla, evimizin düzeni ve ihtiyaçlarımız da çok yönlü bir değişim sürecine girmişti. okulsuzluk sadece zihnimizi yeniden yapılandırmakdan ibaret değildi, yaşantımızın da yeni seçimlerimize uygun olarak düzenlenmesi gerekiyordu. bunun nasıl yapabileceğimizi, ilk günlerden kestirmemiz pek mümkün olmadı. etrafımızda, evde eğitim veya okulsuzluk yapan ailelerin yaşantılarını gözlemleme fırsatı buluyorduk, fakat değişimi gerçekleştirmek her zaman mümkün olmuyordu. bizim aile yaşantımız, ve içinde bulunduğumuz koşullar, sadece bize özeldi ve ihtiyacımız olanları kendi koşullarımıza adapte edebilmeliydik.

ilk dönemlerde en zorlandığımız konulardan biri çocuklarla birlikte 24 saat geçirmeyi kabullenmek oldu. yaşadığımız toplumda, çocuklar belli bir yaştan sonra, hatta çoğu zaman 3 yaşından sonra, yarım günlü bir kreş veya okula başlıyor, ve 5 yaşından sonra da anaokuluna, ve oradan da ilkokula geçiş yaparak günlerinin büyük çoğunluğunu ev dışında geçiriyorlardı. okulsuzluk kararımızla birlikte, ev içindeki yaşantımıza aile olarak birbirimize uyumlu bir şekilde devam edebileceğimiz ve anne-baba olarak, bizim de işlerimizi sağlıklı yürütebileceğimiz yeni bir düzen kurmalıydık. elbette hayatlarımızın merkezinde, çocuklarımızla birlikte, kendi işlerimiz de olmak zorundaydı. bülent,  almila doğmadan 2-3 sene önce ve yüksek lisansını bitirdikten hemen sonra, kendi şirketini kurmuştu. günün büyük bir bölümünü ona ayırdığımız ev ofisinde, bilgisayar başında geçiriyordu. ben de, akademik çalışmalarımı dondurmama rağmen, günün büyük bir kısmında, ve çoğunlukla bilgisayar  başında,  okumalarım ve araştırmalarımla meşgul oluyordum. bütün bunlar, bizim için normaldi. anne baba olarak çalışmak zorundaydık. çocuklarımızın oyun, duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarını da günün belirli saatlerinde dönüşümlü olarak karşılıyorduk.

okulsuzluk felsefesini benimsedikten bir müddet sonra, hayatımıza iş odaklı devam edemeyeceğimizi farketmeye başladık. bununla birlikte, yaşamımızı idame ettirebilmemiz için belirli bir gelirimizin olması gerekiyordu. fakat, çocuklarımızın, günlerinin büyük bir bölümünü, bilgisayar başında geçiren bir anne babayı rol modeli olarak alması da mantıklı gelmiyordu. yine aynı zamanlarda, teknoloji ve medyanın, çocuk gelişimi üzerindeki olumsuz etkileriyle ilgili okuduğum araştırmalardan etkilenmiş, bu konuda bir değişimin gerekliliğini savunur olmuştum.

bu dönemde, hayatımızı yeniden gözden geçirme ve önceliklerimizi sil baştan belirleme konusunda bülent le derin sohbetler yapmaya başladık. benim hayalimde, (özellikle radical homemakers kitabını da okuduktan sonra), şehir merkezinden uzaklaşıp, daha kırsal bir alanda arazisi olan küçük bir eve taşınıp, ihtiyaçlarımızı minumuma indirip, gıdamızı da tamamen kendimiz yetiştirebileceğimiz, sistemden uzaklaşabileceğimiz, çok daha basit bir yaşama kavuşmak vardı. çok kısıtlı bir bütçeyle ve o ana kadar ki birikimlerimizle, bunu yapabileceğimize inanıyordum. bülent ise bir çok konuda benimle hem fikir olmasına rağmen, böyle bir geçişe henüz hazır değildi. belki ben de hazır değildim; ama bir şeyleri değiştirme ihtiyacı da hissediyordum. bülent in büyük emeklerle, uykusuz gecelerle, kurduğu işini bir günde terkedip, çiftlikte çalışmasını beklemek ona da büyük haksızlık olurdu. diğer taraftan, hem sistemin içinde olup,  hem de sistemden kopuk bir hayat kurmaya çalışmak da bana mantıksız geliyordu. bülent in kararlılığı devam edince, çocuklarımıza verebileceğimiz çok daha özgür bir ortam sunma hayallerimi de yavaş yavaş ikinci plana atmak zorunda kaldım. sonuçta, mortgage ile aldığımız bir ev vardı, onu satarsak, büyük ihtimalle zarar edecek ve o ana kadar biriktirdiğimiz ve eve yatırdıklarımızı da kaybedecektik. evi satma durumunda, eve yatırdığımız ana paramızın çoğu, emlakçı ve satış masraflarına gidecekti. bu durumda yapabileceğimiz tek şey, elimizdeki imkanlarımızla yolumuza devam etmekti.

biraz oturup düşündükten sonra gündüz belli saatler dışında, işlerimizin büyük çoğunluğunu çocuklar uyuduktan sonra halletme kararı aldık. çocuklar, çok küçük yaşlarından itibaren erken saatlerde uyumaya alışmışlardı, özellikle kış saatlerinde akşam 6-7 gibi uyuyorlardı. bülent,  gündüz 3-4 saat çalışırsa, geri kalan işlerini de gece, çocuklar uyuduktan sonra, çalışarak halledebileceğini söyledi. ben de okumalarımın ve işlerimin çoğunu gece halledebilirdim. aynı zamanda daha sürdürülebilir bir hayatın temellerini oluşturmak için, bahçe işlerine odaklanabilir; gereksiz alışverişleri tamamen kesebilir, ihtiyaçlarımızı da minumuma indirgeyebilirdik.

önceliklerimizin farkına varmak, ve bunun üzerine çalışmak; okulsuzluğu devam ettirebilme adına attığımız en büyük adımdı. okulsuzluk, hayatı paylaşmak anlamına da geliyordu. herkesin kendi işine gömüldüğü bir hayat yerine, bütüne odaklandığımız ve hepimizin birbirimize katkısı olabileceğini farkettiğimiz bir ortam oluşturmak, ve şartlarımızı bu doğrultuda esnetmek önemliydi.

okulsuzluğa daha iyi odaklanmamızda; ekonomik refaha dönük bir yaşamdan uzaklaşıp, elimizdekilerle yetinmeyi, yani “evde üretmeyi”, “azalmayı” ve alışverişlerimizi “ikinci el” üzerinden devam ettirebilmeyi öğrenmemizin, ve bütün bunları bir hayat felsefesine dönüştürmemizin de büyük katkısı oldu.

benim çocukluk ve gençlik yıllarımda, türkiye de tüketim kültürü,   iyice kök salmaya başlamıştı ve bundan hepimiz nasibimizi almıştık. ailecek yeni yapılan alışveriş merkezlerine sadece gezmek için gidiyor, ihtiyacımız olmayan bin bir türlü eşyayla ve poşetlerle eve geri dönüyorduk. bu bir müddet sonra alışkanlık yaratmış, her hafta sonu alışverişe gitmek adet olmuştu. evimizdeki eşyalar sürekli artıyor veya yenileniyor, ve kendimizi bir tüketim çılgınlığının içinde kaybediyorduk. sanırım bu dönemde herkes bundan nasibini almıştı. sahip olanlar, sahip olamayanlara, biraz da dudaklarını bükerek bakar olmuştu.

yirmili yaşlarımın başında, amerika ya elimde iki bavulla geldiğim, ve hesabımı kitabımı iyi yapmak, ve harcamalarıma dikkat etmek zorunda olduğum o ilk yıllarda, kaybettiğim özgürlüklere biraz da içerlemiştim. uzun süredir burada yaşayan arkadaşlarım, bizi sürekli ikinci el eşya dükkanlarına götürüyor, fakat belki de titizlik ve belki de kendi komplekslerim yüzünden pek de oralı olmuyordum. bir iki sandalye dışında evimdeki her eşyayı en ucuzundan, fakat yeni almayı tercih etmiştim.

evlendikten sonra ve almila nın doğumuyla, kendimizi başka bir alışveriş dalgasının içinde bulmuştuk. internet alışverişlerinin de hayatımıza girmesiyle; evimizdeki eşyaların, kıyafetlerin, ve plastik oyuncakların sayısı her geçen gün biraz daha artıyordu. haftalık düzenli alışverişlerimiz devam ediyor, ve maalesef bir süre sonra kullanmayacağımızı bildiğimiz bir çok eşyayı evimize taşımaya devam ediyorduk. çünkü bize öğretilen ekonomik özgürlük, alım gücümüzle orantılıydı. ne kadar alabiliyorsak, yaşam şartlarımız o kadar iyi ve kaliteli olabilirdi. tüketime odaklı bir hayat, ister istemez, sürekli bir çalışma ve kazanma hırsını da beraberinde getiriyordu. daha fazlasına ve daha iyisine sahip olmak bulaşıcı bir hastalık gibiydi. almila 1 yasındayken şu anda oturduğumuz evimizi almış, ama bizim kafamızdaki standartlara uyması için, içinde bir sürü yenilikler yapmıştık. ev sahibi olmak, onu döşemek, yerleştirmek, yenilemek yeni külfetler getirmiş, dolayısıyla bülent de, ben de, sahip olduğumuzu sandığımız refahın devamı için daha çok çalışır olmuştuk. hayatı daha derinlemesine sorgulamaya başladığımızda ise kendimizi büyük bir eşya yığının ortasında bulduk. işe yaramaz, kalitesiz, estetikten yoksun eşyalar evimizi dolduruyordu ve buna izin veren de bizlerdik.

waldorfu araştırmaya başladığım ilk dönemlerde, kızına waldorf felsefesiyle evde eğitim veren yeni bir arkadaş edinmiştim. onu yakından tanımaya başladıkça, evlerini ziyaret ettikçe, hayatlarının ne kadar basit ve sade olduğunu gördükçe, ve sahip oldukları her şeyi ikinci el olarak aldıklarını öğrendikçe, bizim sahip olduklarımızı daha bir sorgular oldum. bu zamana kadar evime ikinci el olarak,  bırakalım koltuğu masayı, çatal bıçak bile getirmekten hoşnut olmazken, arkadaşımın bütün evini bu şekilde döşemiş olması bende büyük bir hayranlık uyandırmıştı. onlar için önemli olan “tüketimin” etik boyutuydu ve seçimlerini bu etik kabullenişe göre yapabiliyorlardı. üstelik evindeki eşyalar oldukça güzeldi. evlerine girince huzur hissediyordum; boş alanlar, sade boyanmış duvarlar, ahşap mobilyalar, hepsi bir araya gelince mistik bir hava oluşturuyordu.

kendimizi hesapsız ve özentisizce alışverişe adarken, arka planda neler olduğunun farkına varamıyorduk. evimize aldığımız ve nereden geldiği belirsiz, fabrika çıkışı eşyaların hayatımıza saçtığı toksik kalıntılar bir tarafa, dünyanın bir diğer ucunda insanlar, bütün bunlara çok ucuza ulaşabilmemiz için kölelik düzeninde hayatlarını geçiriyorlardı. öğrendikçe, anladıkça, ve üzerinde düşündükçe kendimizi ne kadar da büyük bir boşluğun içinde yok ettiğimizin farkına vardım. evet, tam olarak buydu, kendi hayatımızı anlamsızlıklar içinde yok ederken, alışveriş için ordan oraya koştururken, ardımızda bize dair hiç bir kalıntı bırakmıyorduk. belki farkında bile olmadan içimizle, kendimizle değil; dış görüntümüzle ve sahip olduklarımızla var oluyorduk.

bunları bülent le paylaştıkça biz de yavaş yavaş bir değişimin içine girdik. bülent bir işçi ailesi çocuğu olarak çok daha zor koşullarda büyümüştü. fakat zor koşullarda büyümenin getirdiği, daha iyiye elde edebilme hissi de vardı, değişmek istiyorduk ama sahip olduğumuz her şeyi değiştirmek de anlamsız geliyordu.

bütün bu ikilemlere rağmen, eğer okulsuzluğa devam edeceksek, çocuklarımızın ev içinde sahip olabileceği daha özgür alanlar oluşturabilmeliydik. ister istemez mobilyaların bir kısmını satmaya başladık, oyuncakların çoğunu bağışladık. bize yük getiren her şey, birer ikişer elimizden çıkmaya başladıkça, verdikçe, ve azaldıkça biz de hafiflemeye başladık.

ben de, daha önce pek hoşnutsuz girdiğim ikinci el eşya dükkanlarında, artık daha bir alıcı gözüyle bakarak dolaşıyordum. bir taraftan giden eşyaların yarattığı boşluğu doldurmamak için çabalarken, diğer taraftan da çocuklarımızın ev hayatını iyileştirmek için bazı yenilikler yapmamız gerekiyordu. evdeki odalardan bir tanesini almila ve bennu ya uyku odası olarak ayarlamıştık. benim akademik hayatımı sonlandırmamla, çalışma odamdaki bütün eşyalardan kurtulup orayı da çocukların kullanımına uygun bir çalışma ve oyun odasına dönüştürmeye karar verdik. ihtiyacımız olan bütün eşyaları mümkün olduğu kadar ikinci el bulmaya gayret ediyorduk, veya ahşap, basit ve çok amaçlı kullanılabilir malzemeler ediniyorduk.

fakat zamanla okulsuzluğun bir odaya tıkıştırılmasının okulsuzluk değil ev eğitimi olmaya başladığını hissettik. bizim varsayımımıza göre, çocukların eşyaları sadece iki odaya yerleşecek, evin diğer köşelerinde bizim düzenli hayatımız devam edecekti. halbuki bu demoktratik, herkesin ihtiyacına cevap veren bir düzen oluşturmuyordu. çocuklara evin her yerinde nefes alabilecekleri yeni ortamlar yaratabilmeliydik. ev sadece bana ve eşime ait değildi, bizim kadar çocuklarımızın da oyun oynama, çalışma, okuma, ve dinlenme ihtiyaçlarını, evin herhangi bir bölümünde rahatlıkla giderebilmelileri için uygun koşulları hazırlayabilmeliydik. üstelik bu aile ilişkilerimizin sürekliliği, sohbetlerimizin gün içerisinde devam edebilmesi, ve çocuklarımızın hayatındaki aidiyat hissini güçlendirmesi için oldukça önemliydi.

geleneksel ev ve eşya edinme kavramlarını sorgularken, “ev” kelimesinin benim için ifade ettiği anlamda değişmeye başladı. okulsuzlukla birlikte, evde sahip olduğumuz her eşyanın bir amacının olması, bizim yaşantımıza bir katkıda bulunması fikrini benimsedim. evimiz bizimle birlikte “yaşıyor” olmalıydı; gerektiğinde bizim ihtiyaçlarımıza göre değişebilmeli, dönüşebilmeli ve yenilenebilmeliydi. “ ikinci el” eşyaya odaklanmak, “evde üretmek” bize gerçek anlamda“okulsuz” bir yaşamın kapılarını da acıyordu. biz değiştikçe, çocuklarımız büyüdükçe bizimle birlikte eşyalarımız gerektiğinde azalabiliyor, ve gerektiğinde değişebiliyordu. evin farklı köşelerinde, hepimizin kullanımına açık ortamlar oluşturmak önemliydi.

bu arada bülent de gün içerisinde eve daha çok katkıda bulunabilmek ve daha etik olarak yaşantımızı sürdürebilmek adına masa, kitaplık, vs gibi ihtiyaçları evde kendi yapmaya başlamıştı (özellikle pinterestteki DİY (kendin yap) board larının verdiği fikirler bu adımı atmamızda çok yardımcı oldu). elbette sahip olduklarımızın yüzde yüz etik yollarla elde edilmiş olması mümkün değildi; ama çaba sarfetmek, elimizdekilerle yetinmeyi öğrenmek bize yeni bir dünyanın kapılarını da açmıştı. ben de mümkün mertebe hem kendi hobilerimi geliştirmiş ve ilgi alanlarımı genişletmeye başlamış, hem de üreterek az da olsa eve destek olmaya başlamıştım. üstelik, bütün bunları yaparken, kendimle daha barışık biri haline geliyordum. ben yavaşladıkça, çocuklarımda yavaşlıyor, hep beraber hayata daha bir farkındalıkla bakabiliyorduk. üstelik, çocuklarımıza,  evin dışında veya bilgisayar başında onların çoğu zaman anlayamadığı bir işte niçin çalıştığımızı anlatmak yerine (ki hala anlatmak zorundayız );   “evde veya bahçede üreten”, ve “tüketmemeye çalışan” bir ebeveyn modeli olmak bizi daha çok tatmin ediyordu.

bütün bunları benimsemek, farketmek, anlamak, ve en önemlisi de kökten değiştirmek bir gecede olmadı, bir iki ayda da olmadı. yıllar sürdü. ve bugün geldiğimiz noktada beni en mutlu eden; gerektiğinde sıfırdan başlayabileceğimizi ve yolumuzu yine bulabileceğimizi bilmek, ve daha da önemlisi;  bunu, çocuklarımızın kendi yaşantılarında da bir felsefe olarak edinmelerine aracı olmaktı.

bizim bu yaklaşımımız, kendi değişim sürecimiz, çocuklarımızın da karakterlerinin şekillenmesine büyük etkisi oldu. sürekli talep eden, ihtiyaç duyan, isteyen çocuklar olarak büyümediler. hatta tam tersi, üreten ve gereksinimleri için ikinci eli hazine avcılığı gibi algılayan, ve zorunlu olduklarında da alternatifler geliştirebilen; bunun yanı sıra itiraz eden değil, katkıda bulunan, hayata katılan çocuklar oldular.

bu çabalarımızın yanısıra, çocuklarımızın eğitim yaşantılarında taviz vermediğimiz, ve olması gerektiğine inandığımız , eşyalar da edindik. daha önce de belirttiğim gibi çocuklarımızın, ortalık dağıldı veya karıştı kaygısı yaşamadan, özgürce üretebilecekleri bir ortama, ve kaliteli materyallere sahip olmaları bizim için önemliydi. üretirken kullandıkları kağıt, kalem, boya setleri, ip, keçe, kil , kumaş vs gibi malzemeleri edinirken en iyisini almaya çalıştık. çocuklar, sürekli ucu kırılan boya kalemleri, içinde ne olduğu belirsiz hemen dağılıp yok olan pasteller, rengini vermeyen suluboyalar veya adı resim kağıtlarıyla cebelleşmesinler istedik. bunun yanısıra küçük dokuma tezgahları, mikroskop, teleskop, dürbün, dikiş makinası, müzik aletleri gibi (“oyuncak olmayan”; keman, gitar, keyboard, davul, flüt vs), çocukların farklı yönlerden gelişimlerine yardımcı olabileceğini düşündüğümüz, onların dünyalarını zenginleştirecek ve ilgi alanlarını keşfetmeye yardım edecek ve aynı zamanda evde herkesin kullanabileceği materyallare yatırım yaptık.

kitap edinmek de (ikinci el veya yeni) bizim için öncelikliydi. ama içerik açısından her zaman araştırıp çocukların yaş dönemlerine en uygun olanları seçmeye çalıştık. her ne kadar şehrimizin zengin bir kütüphanesi olsa da; “okulsuzluk” için çocuklarımızın da zengin bir kütüphaneye sahip olmasını hedefledik.

ev hayatımızda yaptığımız değişimlerin yanı sıra, çocukların doğa ve toprakla bütünleşmeleri için de oldukça çaba sarfettik. özellikle yaz aylarında, bahçede onlara ait birer alan oluşturup, kendi sebzelerini veya çiçeklerini ekim ve dikim yapabilmelerine fırsat verdik. düzenli doğa yürüyüşlerimizi aksatmamak için kullanımı rahat, şu geçirmez botlar ve daha profesyonel kalitede sırt çantaları edindik. yaz ve kış, her türlü hava durumunda dışarıda rahatça oynayabilmeleri için ; çoğunlukla ikinci el ulaşamadığımız mevsimsel kıyafetleri el altında bulundurmaya özen gösterdik (özellikle kış ayları için, kar pantalonları, kar botları, şu geçirmez yağmurluklar, yün çoraplar ve yün içlikler vs. gibi).

büyüdükçe ve ilgi alanları ortaya çıktıkça; bu konularda gerekirse özel ders alabilecekleri öğretmenler bulmaya çalıştık. almila 7 yasında binicilik dersleri almaya başladı, ve son 4 senedir de devam ediyor. şu anda bize maddi külfeti oldukça ağır olsa da, önümüzdeki senelerde çiftlikte gönüllü çalışarak, ve maliyetleri azaltarak daha özgürce hobisini devam ettirebilme fırsatı yakalayacak. veya biz kırsalda daha farklı bir yaşantıya geçebilirsek, belki bir atın bakımını da üstlenebileceğiz.

bunun yanı sıra, çocukların her ikisini de, küçük yaşlarda bir enstrüman çalmaya teşvik ettik. fakat bu girişimimiz büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı. bir müddet sonra enstrüman çalmayı öğrenmek, anne babanın pratik yapılması için zorladığı, ve çocuklarında her fırsatta kaçındığı bir mücadeleye dönmeye başladı. biz de bu noktada yine çocuklarımızı dinleyip geri adım attık, ve bunu çocukların kendi isteklerine bırakmaya karar verdik. belli bir yaştan sonra, her ikisi de ilgi duydukları enstrümanları dile getirip, ders alma konusunda büyük bir kararlılık gösterdiler. şu anda almila keman ve bennu da piyano dersleri alıyor. her ikisi de, yine büyük bir özveriyle, bizim herhangi bir etkimiz veya cesaretlendirmemiz veya hatırlatmamız olmadan çalışmalarına devam ediyor. diğer taraftan, çocuklarımızın bir enstrüman çalabilmelerini desteklerken ; bunu profesyonel veya kariyer odaklı olarak devam edebilmelerini umut ettiğimiz için yapmadık. hatta tam tersi,   hayatın gerçekleriyle mücadele ederken sığınabilecekleri ve kendilerini özgürce dinleyebilecekleri alanları genişletmek için bir fırsat olarak gördük.

elbette, bütün bunlar, özel dersler, grup dersleri, kamplar, “süreklilik” halinde anne babanın omuzlarına maddi olarak ağır yükler de ekliyor. ailemizin bütünlüğünü korumak ve “okulsuzluk” acısından önceliklerimize önem verebilmek için, şartlarımız değiştikçe, bu derslerin “gerekliliğini” de tekrar değerlendirmekte fayda olduğunu düşünüyorum (bunların yokluğu bence bir mahrumiyet olmayacaktır; 12. bölümde, dışarıdan alınan özel ders desteklerinin gerekliliği ve alternatiflerinin neler olabileceği konusuna da değineceğim)

bugün geldiğimiz noktada, “okulsuzluğa” devam edebilmek için hayatımızdan çıkartmak zorunda olduklarımızın her zaman kayıp olmadığını, hayatımıza katmak için çabaladıklarımıza da,  her zaman sahip olamayacağımızın çok daha farkındayız. “okulsuzluk” bizim için bir eğitim felsefesinden öte, bir yaşam felsefesi… değişime, dönüşüme, ve yenilenmeye; fikirleri genişletmeye ve sorgulamaya, farklı perspektiflerden yaşamı görmemize ve değerlendirmemize vesile olan bir gözlük aynı zamanda.

okulsuzluk gözlüğünü taktığımız zaman; sahip olduklarımızı stabil hale getirmek için,  etraflarına kalın duvarlar öremeyeceğimizin, hatta bunu yapmanın bizi nasıl kısıtlayabileceğini ve gelişimimizi nasıl engelleyebileceğinin de farkına varıyoruz. bizim yapabileceklerimiz; insanın özündeki iyiyi ortaya çıkarmak veya o iyinin bozulmaması için destek vermek, ve ebeveynler olarak en çok da “bunun için” gerekli şartları ve ortamı hazırlamaktan ibaret, ve bundan fazlasını kontrol etmemiz de pek mümkün değil aslında.

PS. aşağıdaki fotoğraflarda evdeki oyun ve çalışma alanlarını, ve çocukların kütüphanelerini paylaşıyorum. her fotoğrafın altına da ilgili notlar ekledim.

bundan sonra:

okulsuzluk- 11. bölüm: yasal olarak “evde eğitim”

okulsuzluk- 12. bölüm: ya sonrası?

okulsuzluk- 13. bölüm: doğru bilinen yanlışlar ve sık sorulan sorular

HOŞGELDİNİZ

Toprak ve doğayla bütünleşmek, evde üretmek, çocuklarımızla okulsuzluğu öğrenmek ve yavaşlamak için çabalayan altı kişilik bir aileyiz. Ziyaret ettiğiniz için teşekkürler.